Üst Header Banner Reklam
Recep Bey, SSK’yı Sen Batırdın Kardeşim!
Masa başında "Biz milletvekili sayısını artıracağız" diye yola çıkanları sandığa gömeceğiz. Seçimi hileli yollarla kazanacağını sanıyor. Hileye izin vermeyeceğiz. İster valin, ister kaymakamın, ister muhtarın olsun, kim olursa olsun sel gibi akacağız ve sandıklarda kazanacağız.
13.03.2018 23:37:41
Bu haber 396 kez okundu
Recep Bey, SSK’yı Sen Batırdın Kardeşim!

Recep Bey, SSK’yı Sen Batırdın Kardeşim!

Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:

Efendim hepiniz hoş geldiniz, şeref verdiniz, onur verdiniz. Televizyonları başında bizleri izleyen saygıdeğer vatandaşlarıma, Cumhuriyet Halk Partisi grubundan en sıcak gönülden selamlarımızı sevgilerimizi ve muhabbetlerimizi gönderiyoruz.

Hiç kimse, ama hiç kimse umutsuzluğa kapılmasın. Baskı ne kadar fazla olursa olsun, asla ve asla bizi yıldıramaz; çünkü biz Kuvayi Milliyeciyiz. Çarklar farklı dönebilir, egemenler kendi güçlerini göstermek için halkın üzerine baskı kurabilir, gazeteler kapatılabilir, milletvekilleri hapse atılabilir, öğretim üyeleri üniversitelerinden kovulabilir, ama bütün bunlara rağmen biz bu ülkeye demokrasiyi getireceğiz, her evin aşı ve işi olacak. Her evde huzur, ülkede huzur, Türkiye’de huzur, bunu mutlaka, ama mutlaka getireceğiz. Size sözüm sözdür, ne olursa olsun bunu yapacağız.

Cumhuriyeti kuranlar ağır bedeller ödediler. Savaş meydanlarında ağır bedeller ödediler, savaş sonrası ağır bedeller ödediler. Yemediler içmediler, Osmanlının borcunu son kuruşuna kadar ödediler. Yemediler içmediler, bu ülkeye uçak fabrikası kurdular, şeker fabrikaları kurdular, Sümerbank’ları kurdular, Etibank’ları kurdular. Kendi parasını basamayan Osmanlıya inat kendi Merkez Bankalarını kurdular ve milli paramızı kendi bankamızda bastık 1930’da.

Yakın tarihimizi unutturmak isteyebilirler, unutmayacağız tarihimizi, atalarımızın nasıl yaptığını, milli ve yerlinin ne olduğunu. Bir metrelik milli demiryolu yokken, 10 yılda demir ağlarla ördüler Türkiye’yi, tamamını millileştirdiler. Şimdi şeker fabrikalarını özelleştirmek istiyorlar. Size sözüm söz, özelleştirseler dahi CHP iktidarında onları alıp köylüye yeniden vereceğiz.

Mehmet Akif Ersoy İstiklâl Marşını yazan milletvekilimiz, Burdur Milletvekilimiz Mehmet Akif.  Bir yarışma açılır İstiklâl Marşı üzerine. Mehmet Akif Ersoy 10 kıtalık İstiklâl Marşını yazar. Ödül 500 liradır, kazanır. Meclisin muhasebecisi Mehmet Akif Ersoy’a gider. Der ki, “500 lirayı kazandınız yarışmadan, 500 lirayı size vereceğim.” Mehmet Akif Ersoy şöyle söyler; “Ben müsabakaya girmedim, bu para bana ait değildir” diyerek parayı kabul etmez. Bunun üzerine muhasebeci, “Kanun metninde mükâfatın kazanana verileceği yazılıdır, sizin marşınız kabul edilmiştir, bu para sizindir, Meclis kasasında kalamaz, siz usulen tesellüm edin -yani teslim alın- sonra istediğinizi yaparsınız” der ve Mehmet Akif 500 lirayı alır ve Sarıkışla Hastanesindeki yaralı gazilere gönderir bu parayı. Mehmet Akif öyle birisidir, yiğit bir insandır. O nedenle de “Allah kimseye bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” diye... Çünkü İstiklâl Marşını yazmanın ne demek olduğunu biliyor. Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’ün yanında birlikte mücadele etmişlerdir. O savaşın hangi bedeller sonunda kazanıldığını gayet iyi biliyordur.

Ama bir de günümüze gelelim, bir zat gitti Libya’ya, Kaddafi’nin konuğu oldu. Kaddafi’nin elinden ödül aldı, ayrıca 60 bin dolar para aldı. Gazeteciler sordular, “Bu parayı şehit ve gazilere vereceğim” dedi. Defalarca sordum defalarca, bu 60 bin doları kime verdin arkadaş, hangi gazi derneğine verdin, hangi şehit derneğine verdin bunu? Çık açıkla. Bugüne kadar ağzından tek cümle alamadık, tek cümle! Gideceksin diyeceksin bu parayı gazilere alıyorum, şehit yakınlarına alıyorum, alacaksın 60 bin doları cebine atacaksın. Sonra da kalkacaksın, ben “yerliyim ve milliyim” diyeceksin. Sen gayri millisin kardeşim, gayri milli!

Mehmet Akif şöyle söyler: “O şiir bir daha yazılamaz, onu kimse yazamaz, onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir, o milletin malıdır. Benim milletime karşı en kıymetli hediyem budur” demiştir. Ve yine Gazi Mustafa Kemal Atatürk için şunu söyler Mehmet Akif: “Ben milli mücadelede yanında bulundum, onu yakından tanıdım. Eğer Atatürk olmasaydı bu zafer kazanılamazdı.” İstiklâl Marşımızın kabulünün yıldönümünde Mehmet Akif Ersoy’u, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, silah arkadaşlarını saygıyla selamlıyoruz.

GÖKHAN AÇIKKOLLU’NUN OTOPSİ RAPORLARINI NİYE AÇIKLAMIYORLAR?

Değerli arkadaşlarım, geçen grup toplantısında bir olayı açıklamıştım. Gökhan Açıkkollu diye bir öğretmen ihbar üzerine gözaltına alınır. Ne zaman? 20 Temmuz darbesinden sonra, 20 Temmuz sivil darbesinden sonra gözaltına alınır. Sonra ailesi cenazesini alır. Ama şart vardır, ‘bunu hainler mezarlığına gömeceksin, ayrıca bunun namazı kılınmaz’ diye. Aile alıyor, kendi imkânlarıyla Konya’ya götürüyor, kendi imkânlarıyla cenaze namazı kılınıyor ve bahçeye defnediliyor. Ben Gökhan Açıkkollu öğretmenin işkence sonucu öldürüldüğünü söylemiştim. Bunun üzerine İstanbul Cumhuriyet Savcılığı apar topar bir açıklama yaptı. Diyor ki, “Gökhan Açıkkollu’yla ilgili iddialar gerçeği yansıtmamaktadır” diyor, yani işkence görmemiştir, yani kendiliğinden ölmüştür.

Değerli arkadaşlarım, Dr. Ömer Gergerlioğlu bir aktivist, bunun üzerine şu açıklamayı yaptı: “Adli raporları biliyorum, açıklamalar yanlış. Muayenelerdeki darp ile olan ekimozlardan bahsedilmemiş. Yani dövülmüş, onlardan bahsedilmiyor. Otopsideki sırt, boyun kas kanamaları, sağ sol taraf kaburga kırıklarından bahsedilmemiş.” Bir adam hapishanede niye otururken kaburgaları kırılsın, kim kırdı, kim darp etti? Raporda var bunlar, ama benim açıklamalarımdan rahatsızlık duyuyorlar. Neden işkence sonucu bu öldürüldü diyorsun. Birisi işkence sonucu öldürülür ve ben de susarsam sesimi çıkarmazsam, Allah aşkına benim dilsiz şeytandan ne farkım kalır?

Yine Gergerlioğlu söylüyor: “İstanbul Başsavcılığı bir buçuk yıldır ailenin suç duyurusunu sümen altı etti ve sonra aldı kovuşturmaya gerek yok kararı verdi ve dosyayı kapattı.” Bir avukat diyor ki, “En az 15 kişiyi ben gördüm işkence yapılıyordu...” Sen savcı olarak bu avukatı çağırıp, gel kardeşim buraya kim kime işkence yaptı, ver bakayım şu ifadeyi niye demiyorsun? Çünkü sen saraydan talimat alıyorsun, sen cumhuriyet savcısı değil sen saray savcısısın. Benim görevim de cumhuriyet savcılarını korumak, saray savcılarına karşı çıkmaktır.

Bakın bir gerçek daha, İstanbul Başsavcılığı açıklasın. Aile 100 insülin veriyor-kendisi şeker hastası, 100 insülin veriyor- bunun 40’ının kullanılması lazım, cenazeyi aldığı gün 40’ının kullanılması lazım. 96’sını, yani 100 insülinden 96’sını aileye geri veriyorlar, 36’sı kullanılmamış, kullandırılmamış. Bunlarda din var mı, iman var mı, ahlak var mı? Bir insan nasıl göz göre göre ölüme teslim edilir, nasıl bunlar yapılabilir? Emin olun anlamakta zorlanıyorum.

Köprüde askerin boğazını keserek linç ettiler, askerin boğazını keserek! Gencecik asker, öğrenci gencecik, elinde silah bile yok. Sarayda dedim ki, “Bakın o da suçtur. Bir askeri linç etmek suçtur ve onların da yakalanıp yargının önüne çıkarılması lazım…” Bana söz verdiler, Bahçeli de söz verdi, Erdoğan da söz verdi, Binali Yıldırım da söz verdi. Dediler ki, “Evet biz onu soruşturacağız, talimat vereceğiz…” Tam tersi oldu, bir kanun hükmünde kararnameyle linç edenlerin tamamı için “bunlar hakkında tahkikat yapılmaz” diye karar çıkardılar. Bunlar Müslüman mı Allah aşkına? Bunlarda insan sevgisi var mı? Bir asker linç edilecek ve sen linç edenleri koruyacaksın, sonra çıkıp diyeceksin ki efendim Türkiye’de demokrasi var. Ne demokrasisi kardeşim, demokrasi rafa kalkmış, anayasa rafa kalkmış, bunların hiçbirisi çalışmıyor. Hatta daha ayıp olanı, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Birleşmiş Milletlere dilekçe veriyor, ben tutulanlara insanca davranmayacağım diyor, yani işkence edeceğim diyor; ben adil davranmayacağım diyor, yani adaletsiz kararlar uygulayacağım diyor. Savcı da bunun gereğini yapıyor.

Yine aynı şekilde değerli arkadaşlar, otopsi raporlarını niye açıklamıyorlar Gökhan Açıkkollu’nun? Sevgili savcı, yeri gelince talimat alıp benim konuşmamı yalanlıyorsun, niye otopsi raporlarını açıklamıyorsun, niye otopsi filmlerini açıklamıyorsun? Madem işkence yapılmadı, bütün dünya öğrensin, ama açıklamıyorsun, açıklayamıyorsun. Avukatı çağırıp, “İşkence yapıldı, 10 kişi de bunun tanığıdır” diyen avukatı çağırıp ifadesine bile başvurmuyorsun sen.

Yine aynı şekilde Şebnem Korur Fincancı, o da aynı şekilde işkence yapıldığını doğruluyor. Elbette ortada bir suçlu varsa, suçlu yargılanır, buna kimse itiraz etmez. Varsa bir suç yargılarsın, nasıl? Adaletle yargılarsın, kardeşim sen bu suçu niye işledin dersin. Suçluysa cezasını verirsin hapse atarsın. İşkence ne demek, adam öldürmek ne demek, şeker hastasına insülin kullandırtmamak ne demek? Bunun adı tek kelimeyle vicdansızlıktır, ahlaksızlıktır.

ÇANAKKALE’DEN ANKARA’YA YÜRÜYEN ÜÇ KADIN KARDEŞİMİZE DESTEK VERİYORUM

Efendim biliyorsunuz bir Adalet Yürüyüşü yapmıştık, görkemli bir yürüyüşümüz vardı. Çanakkale’den Ankara’ya da üç kadın kardeşimiz yürüyor. “Kadınım, insanım, üç kadın 40 milyon ses” bu sözcüklerle yola çıktılar. Dilek Taş, Hülya Kurt, Nursel Karagöz. Türkiye’de yaşanan çocuk tecavüzlerini, cinsel istismarları, kadına şiddeti engellemek için yürüyorlar ve bizim sesimizi herkes duysun diye. Ben seslerini duydum, onlara destek veriyorum. Bütün kadınlarımıza güveniyoruz, bütün kadınlarımıza! Cumhuriyet nasıl bir kadın devrimiyse, demokrasiyi de gerçekleştirecek olan, 2019’da demokrasi devrimini yapacak olanlar da bu ülkenin kadınları olacaktır. Kadınlara yürekten sonsuz güveniyorum.

UYUŞTURUCUYLA MÜCADELE EDECEĞİNE GAZETECİLERLE, MİLLETVEKİLLERİYLE MÜCADELE EDİYORSUN

Ama kadınlarımızın bir derdi var, uyuşturucu bataklığına sürüklenen çocuklar... Sen kalkıp millete işkence yapacağına, savcıları onlarla görevlendireceğine, kardeşim bu ülkede uyuşturucu aldı başını gidiyor, tam bir batak içinde. Tedavi görenleri söyleyeyim size. 2004 yılında 12 bin 656 kişi uyuşturucu tedavisi görürken, 2016’da 273 bin 81 kişi tedavi görüyor. 12 binden 273 bine çıkmış durumda. Hani herkesin keyfi yerindeydi, hani her evde huzur vardı, her evde bereket vardı, hani zam yoktu, hiçbir şey yoktu? Pırıl pırıl gençlerimiz, ne oluyor bu çocuklara, ne oluyor bunlara? Daha acı olanı ise, uyuşturucu yaşının 10’a inmiş olması. 10 yaşındaki çocuklar tedavi için güvenlik görevlileri getirip hastanelere teslim ediyorlar. 10 yaşında!

Bakın, uyuşturucu madde kullanan çocukların yüzde 85’i 15-17 yaş grubunda, yüzde 15’i 12-14 yaş grubunda. Bu tedavilerde tedavi olan çocuk sayısı 35 bin 792 kişi. 35 bin 792 çocuğun olduğu evde annede huzur olur mu, babada huzur olur mu? Uyuşturucuyla mücadele edeceğine, gazetecilerle mücadele ediyorsun; uyuşturucuyla mücadele edeceğine, milletvekilleriyle mücadele ediyorsun; uyuşturucuyla mücadele edeceğine şeker fabrikalarını kapatıyorsun; uyuşturucuyla mücadele edeceğine, çiftçilerin burnundan getiriyorsun.

Evet, gazetecilerle uğraşıyorlar. Medya özgürlüğü bütün demokrasilerin olmazsa olmasıdır, bütün demokrasilerin olmazsa olmasıdır. Gazeteci neyi görüyorsa onu yazacaktır, gücü denetleyecektir gazeteci. Gücü denetleyecek ki, halk doğru bilgilensin. Eğer bunu yapabilirsek, yani medya özgürlüğünü koruyabilirsek demokrasi konusunda en güzel ve doğru adımı atmış olacağız. Bakın, sadece bizim dönemimizde değil, Osmanlılarda da medya özgürlüğünü savunanlar vardı. Örnek vereyim, devlet adamı, Osmanlı paşası Ali Paşa vasiyetnamesinde şöyle yazar: “Basın hürriyeti ancak hatalarını düzeltmek istemeyen hükümetler için bir tehlikedir. Vatanın iyiliğinden başka bir şey düşünmeyen bir hükümet için basın özgürlüğü bir nimettir” diyor. Vatanını düşünüyorsan, sadece vatan için mücadele ediyorsan, sadece vatan için çalışıyorsan emek harcıyorsan ve ülkeyi yönetiyorsan, basın hürriyeti bir nimettir diyor sizin için. Neden? Yanlışı size gösterecek ve siz yanlışı görüp bir daha aynı yanlışı tekrar etmeyeceksiniz.

CUMHURİYET GAZETESİ BASININ AKADEMİSİDİR

20 Temmuz darbesinden sonra Sayın Binali Yıldırım beni ziyarete geldi. Genel Merkezde oturduk. Kendisine bir soru sordum. Dedim ki, “Ortada bazı laflar var, Cumhuriyet Gazetesi, Sözcü Gazetesine operasyon yapılacak diye…” “Olur mu” dedi, “Böyle bir şey yok…” Sonra bir öğrendik, hem Sözcü hem Cumhuriyet için operasyonlar yapıldı. Cumhuriyet çalışanları aylarca hapiste kaldılar. Murat Sabuncu 495 gün, Ahmet Şık 434 gün. Akın Atalay 499 gündür hapiste, yarın 500’ncü günü olacak. Akın Atalay yurtdışındaydı, arandığını duyunca hemen Türkiye’ye geldi, kaçacak diye gözaltına aldılar. Adam zaten yurtdışında, geldi Türkiye’ye. Niye kaçsın, suçlu mu? Suçlu olsa tamam anlarım, suçlu değil. Gözaltına aldılar ve hâlâ bekliyor. Niçin? Kaptan gemiyi en son terk edermiş, rivayet öyle. İyi de bunların hiçbir suçu yok ki. Hiçbir suçu olmayan insanları niye tutuklarsın? Cumhuriyet Gazetesi basının akademisidir. Sevsin sevmesin, düşüncesine katılsın katılmasın, herkes bir şekliyle Cumhuriyet’e bakar ne yazıyor diye. Cumhuriyet sadece 20 Temmuz darbesi sonrası darbe almadı, 12 Mart’ta da oldu, 12 Eylül’de de oldu, o dönemde de gözaltına almalar oldu, o dönemde de yasaklamalar getirildi. Şimdi de aynı yasaklamalar geliyor. Neden? 20 Temmuz’da da darbe oldu. Fatura buraya çıkıyor.

Burak Akbay Sözcü’nün sahibi. En çirkin iftiralarla tutuklama kararı çıktı. En çirkin iftira, FETÖ’cüymüş. Sözcü’ye baktığınız zaman Sözcü’nün kuruluşundan bugüne kadar bütün hayatı FETÖ’yle mücadeleyle geçti Sözcü’nün. Nereden çıktı Burak Akbay’ın FETÖ’cü olduğu? Diğer muhalif yazarlar için de böyle bir rivayet dolaştı. Neyse bereket onları tutuklamadılar. İki kişiyi tutukladılar, bir süre sonra serbest bıraktılar.

Medya özgürlüğü yok. Ama hiç kimse şunu unutmasın, her Cumhuriyet çalışanı Uğur Mumcu’nun öğrencisidir, Uğur Mumcu gibi dik ve onurludur.

Meclisi bombalayanla, gazetecilere aynı ceza veriliyor. Ömür boyu ağırlaştırılmış müebbet. Meclisi bombalayan, o da aynı cezayı alıyor. Arkadaş, birisinin altında uçak var, üstünde bombalar var. Geliyor Meclisi bombalıyor, sen ona ceza veriyorsun eyvallah. Gazeteci elinde kalem var, bir şeyi bombalamış mı? Hayır. Birisini yaralamış mı? Hayır. Birisine bir şey yapmış mı? Hayır. Niye kalemi tuttun, niye hükümeti eleştirdin? O zaman sana da ağırlaştırılmış müebbet veriyorum diyor.

SENİ DAHA FAZLA RAHATSIZ EDECEĞİM

Efendim Anayasa Mahkemesinin kararı var. Ne demek Anayasa Mahkemesi diyor, kim bu Anayasa Mahkemesi? Takmıyorum Anayasa Mahkemesini diyor. Anayasa var, ne anayasası diyor. Bizde sarayın yasaları işler diyor, anayasa değil. Bizde hukukun üstünlüğü değil, sarayın hukuku işler diyor. Biz talimatı hukuktan değil, vicdanımızdan değil, saraydan gelen talimatı uygulamakla görevliyiz diyorlar. Hâkimi de böyle söylüyor sarayın hâkimi, sarayın savcısı da böyle söylüyor. O nedenle onlara ne hâkim diyoruz, ne de savcı diyoruz.

Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç ne yaptılar, kimi öldürdüler? Altlarında uçak mı vardı, bomba mı attılar birilerinin üzerine? Dolayısıyla biz görüşü ne olursa olsun bütün gazetecilerin serbest bırakılmasını isteriz. Medya özgürlüğü benim sevdiğim gazeteci serbest olsun, bana muhalif olanları hapse atalım, bu medya özgürlüğü değildir. Bu medyayı sınırlamak, kendisine bağlamaktır. Bugün bazı köşe yazarlarını, hatta bir köşe yazarına “köşe yazısı yazmayacaksın” diye saraydan emir geliyor ve o köşe yazarı yazı yazamıyor, yazı yazdırılmıyor ona. Siyasi içerikli yazı yazmayacaksın. Ne yazacaksın? Futbolu yazacaksın. Niçin? Saraydaki zat rahatsız oluyormuş. O seni rahatsız etti, sözüm söz ben seni daha fazla rahatsız edeceğim.

Bu dediğim yaygın medyada böyle, bir de yerel medya var. Onların üzerinde de büyük baskılar var. Ordu Televizyonu var, TV 52. 25 yıldır yayın hayatını sürdürüyor. Bağımsız bir kuruluş, büyükşehir belediyesinin yaptığı yanlışları söylüyor, ihalelerdeki yolsuzlukları söylüyor. Vay sen misin bunu söyleyen, 20 yıldır aynı binadalar, efendim bu binanın iskânı yok diyor. 20 yıldır burada, bina da kendilerine ait değil kiralık. Peki diyorlar, bizden ne istiyorsanız yapalım, şunu şunu şunu yapacaksınız. Hepsini yapıyor, biz kendi işimizi yaptık diyor. Olmaz diyor, çatı ahşap, çatıyı çelikten yapacaksın diyor. Süre de vermiyor. Yapalım diyor onu da, vinç lazım, yukarı çıkaracağız biz bunları. Vinci sokamazsın oraya diyor ve TV 52’yi kapatıyorlar, kapısına mühür ve kapatıyorlar; işte bunların demokrasi anlayışı bu. Ordulu kardeşlerime sesleniyorum, nefes aldığın bir televizyon kanalı var, onu bile sana çok görüyorlar. Şimdi sana düşen görev, oradaki büyükşehir belediye başkanını değiştirmektir. Çünkü Ordulu kadınlar, Karadenizli kadınlar sizlere sesleniyorum, erkeğinize nasıl sahip çıkıyorsanız, demokrasinize de sahip çıkın; çocuklarınıza nasıl sahip çıkıyorsanız, demokrasiye de aynı şekilde sahip çıkın. Ordulu kadınlardan bekliyorum.

RECEP BEY, SSK’YI SEN BATIRDIN KARDEŞİM!

Efendim, sağlıkta reform. Reform yaptıklarını söylemişlerdi, sağlıkta reform yapıyoruz. Neydi reformu? İstediğin doktora gideceksin, istediğin zaman muayene olacaksın, istediğin eczaneden ilaçlarını alacaksın, istediğin zaman ameliyat olacaksın, cebinden beş kuruş para çıkmayacak, güle oynaya evine geleceksin.

Dedik çok güzel bir şey, biz de alkışladık, sağlıkta reform tamam, ama bir bakıyorsunuz tamamı yalan. Niye yalan? Evde musluğu açtığında beş çeşit vergi ödüyorsun. Sabah musluğu açtın beş çeşit vergi ödüyorsun. Elektrik düğmesine bastın dört çeşit vergi ödüyorsun. Peki, hastaneye gittiğin zaman... Dokuz çeşit ödeme yapıyorsun. Hastalandın gidiyorsun, sigortalısın, emeklisin, dokuz çeşit... Ne ödüyorsun? İlaç katılım payı ödüyorsun, muayene katılım payı ödüyorsun, reçete ücreti üç kutudan fazlaysa onun için para ödüyorsun, eşdeğer fiyat farkı ödüyorsun, tetkik fark ücreti ödüyorsun, erken muayene fark ücreti ödüyorsun, öncelikli tetkik fark ücreti ödüyorsun, istisnai sağlık hizmeti ücreti ödüyorsun, özel hastanede de en az yüzde 200 fark ödüyorsun. Nasıl parasız bir sağlık değil mi? Adamlar doğruyu söylüyor, bunların hiçbirisini almıyorlar. Dokuz çeşit para ödüyoruz.

Şimdi bir genelgeleri vardı, acil servise gidince bu paralar ödenmiyor. Gayet güzel. Millet kaçınmak için ne oldu? Herkes acil servise gitmeye başladı. Para yok, para olsa gidecek adam gibi muayene olacak, ama para yok. O zaman acile gidelim diyor, acilde nasıl olsa hiçbir ödeme yapmıyoruz ve dolayısıyla ben tedavi olabileceğim acilden. Kaç kişi acile gidiyor? Amerika’nın nüfusu 324 milyon, acile giden hasta 130 milyon, üçte biri. İngiltere 53 milyon, acile giden 23-25 milyon. Türkiye’de acile giden bu 2015 rakamları yeni rakamları vermiyorlar, ben dile getirmeyeyim diye büyük bir ihtimalle, 78 milyon nüfus var 2015’te. Şu anda o tarihte acile giden 110 milyon 915 bin 407 kişi. Türkiye nüfusundan daha fazla insan acile gidiyor. Niçin? Dediğim gibi genelge var, o dönem çıkmış bir genelge. Ne diyor genelgede? “Hastanın acil haller nedeniyle sağlık hizmeti sunucusuna başvurması halinde, bu başvurusuna ilişkin taburcu edilinceye kadar sunulan tüm sağlık hizmetleri için ilave ücret alınmaz.” Böylece herkes gidiyor.

Türkiye nüfusundan fazla acile gidince önlem aldılar. Ne önlemi aldılar? Bir genelge çıkardılar, “24 saat içinde tedavi oldun olmadın, 24 saati geçerse eller cebe, ödeyeceksin parayı.” Bir daha söylüyorum; 24 saat, acile giden 24 saat içinde nasıl tedavi olacak, belki yoğun bakım. 24 saat, tedavi oldun oldun, tedavi olmadıysan para ödeyeceksin kardeşim. Bütün bunların tamamını paralı hale getirdiler. Niye böyle yaptılar? Emeklilik yaşını uzattılar, 65’e çıkardılar. 65, hem kadın hem erkek! Prim ödeme gün sayısını 9 bin güne çıkardılar 7 bin 200’den, emekli aylığı bağlama oranını düşürdüler, emeklilerin sırtından açığı kapatmaya çalıştılar ve ne oldu? Benim zamanımda açık 2 milyon 200 milyon liraydı, şimdi açık 30 milyar lirayı aşmış durumda, yani 30 katrilyon lirayı aşmış durumda.

Şimdi ben Recep Bey’e soruyorum, defalarca sordum cevap alamıyorum. Recep Bey, niye demiyorsun bunları, bu SSK’yı kim batırdı Allah aşkına, kim batırdı? 30 milyar 30, 30 milyar açık var, 30 milyar! Emeklilik yaşını uzattın yetmedi, prim ödeme gün sayısını artırdın yetmedi, tedavilerin tamamından para alıyorsun yetmedi, aylık bağlama oranını düşürdün yetmedi, 30 milyar açık var Recep Bey, 30 milyar açık. Çık bir bana bunu anlat bakalım, ben mi batırdım, sen mi batırdın? Daha açık söyleyeyim, sen SSK’yı batırdın kardeşim, sen batırdın!

İTTİFAK VE SEÇİM HİLELERİ KANUNU

Efendim dün akşam sabaha kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi çalıştı. İttifak ve Seçim Hileleri Kanunu görüşüldü. Efendim kanunda nasıl dolanabiliriz, yani oyumuzu artırmadan masa başında milletvekili sayısını nasıl artırırız? Kanun bunun üzerine kurulu. Recep Bey, nasıl bir daha cumhurbaşkanı seçilirim, tek başıma seçilemiyorum, yanıma birisini almam lazım diyor. Devlet Bey, ben barajı aşamam, ama benim barajı aşmam lazım. Birisi seçim, birisi baraj derdinde yan yana geldiler ve dediler ki, biz bir seçim hileleri kanunu hazırlayalım ve bunu da Meclisin görev yapmadığı, oturum yapmadığı pazartesi gününe denk getirelim. O gün televizyonlar vermez, sabaha kadar biz bunu Meclisten geçiririz, milletten kaçırıyorlar. Niçin? Seçimlerde hilenin nasıl yapılacağını kanun tek tek anlatıyor.

BU TEKLİF, SEÇİM GÜVENLİĞİNİ ORTADAN KALDIRACAK NİTELİKTEDİR

Efendim ittifak yapacaklarmış. Yaparlar ittifak, biz ittifaka karşı değiliz, herhangi bir şekilde karşıtlığımız da yok. İttifak ne zaman yapılır? Parlamento vardır, parlamentoda partiler ittifak yaparlar. Bunun yolu açılabilir. Ama parlamentodan bakan seçmiyorsanız, parlamentonun işlevini bir anlamda sıfırlamışsanız, sizin ittifak yapmanıza ne gerek var, niye ittifak yapıyorsunuz? Cumhurbaşkanlığı için ittifak yapıyorlar. Dolayısıyla ittifaka aslında hiç gerek yok bu modelde, ama yasayı çıkardılar.

Şimdi değerli arkadaşlar, bu yasa teklifinin yedi özelliği var.

Birincisi şu: Haksız temsil artıyor, milli irade gasp ediliyor. Masa başında küçük partiler nasıl milletvekili çıkarır, öbürü de nasıl başkan olur? Onun derdi üzerine hazırlanmış bir yasa.

İki, baraj fiilen artarak devam ediyor. Yüzde 10 seçim barajı... Kaldırın dedik. Kim getirmişti? 12 Eylül darbecileri getirmişti. Kim savunuyor? 20 Temmuz darbecileri savunuyor. 12 Eylül darbesiyle 20 Temmuz darbesi arasında büyük bir benzerlik, aynısını savunuyorlar. Kaldır kardeşim bunu, niye kaldırmıyorsun? Yüzde 1 oy alan partinin genel başkanı gelsin Meclise, milli irade değil mi? Milli irade. Yüzde 1 önemli mi? Yüzde 1 de önemli, niye gelmesin? Biz bunu istiyoruz, onlar gelmesin diyorlar. İki baraj getiriyorlar; biri yüzde 10, biri yüzde 51.

Başka... Anayasanın eşitlik ilkesine ve temsilde adalet ilkesine aykırı... Size bir örnek vereyim, diyelim ki bir ilde seçim yapılıyor, A partisi 90 bin oy aldı, B partisi 20 bin aldı, ikisi ittifak yapmışlar, C partisi de 100 bin oy aldı. Yani birinci gelen C partisi, ama iki partinin oyları birleştiriliyor, milletvekilini C çıkarmıyor, A ve B kendi aralarında milletvekilini paylaşıyorlar. Böyle adalet mi olur? 100 bin oy alan parti milletvekili çıkaramayacak, 90 bin artı 20 bin oy alan parti milletvekili çıkaracak. Temsilde adalet var mı? Adalet yok. Zaten bunların da bir adaletle ilgileri var mı? Yok. Adaletsiz.

Bu teklif, seçim güvenliğini ortadan kaldıracak niteliktedir. Mühürsüz oy pusulaları geçerli hale geliyor. Bu ne demektir? Referandumda kullanılan mühürsüz oy pusulaları geçersizdir, şimdi geçerli hale getiriyoruz. Yani bu referandumun gayrimeşru olduğunun itirafıdır. İtiraf ettikleri için teşekkür ediyoruz.

Bu teklif aynı zamanda sopalı bir seçim hazırlığıdır. Herhangi birisi polisi çağırabilir, jandarmayı çağırabilir. Bakın sandık başkanı değil, herhangi bir kişi. Baktı ki orada CHP’nin oyları önde, hemen polise telefon, jandarmaya telefon, gelin burada hile yapılıyor. Polis basacak, jandarma basacak. Neymiş? Adaletli seçim olacakmış. Sopalı seçim yapmak istiyorlar.

Başka... Partilerin denetimini azaltma amaçlanmaktadır. Partiler sandığa temsilci verirlerdi. Şimdi diyor ki, parti devletinin memurları sandığın başında olacak. Parti devleti kurdular ya hanedan devleti, hanedanın memurları gidecek sandığın başında görev yapacak.

Yedi, sandığı seçmenden kaçırma planları. Vali istediği sandığı istediği yere koydurabilecek. 50 köy burada kullanacak diyecek, sandığı getirin buraya diyecek.

Buradan bütün milletime sesleniyorum, masa başında efendim biz milletvekili sayısını artıracağız diye yola çıkanları sandığa gömeceğiz. Bir daha söylüyorum; masa başında milletvekili sayılarını artıracağız diyenleri sandığa gömeceğiz. Sözüm sözdür, bütün sandıklara sahip çıkacağız, bütün sandıklara! Bütün sandıklarda bizim elemanlarımız, bizim arkadaşlarımız olacak. Ne yaparlarsa yapsınlar, 2019’da o zatı oradan aşağı indireceğim, sözüm sözdür!

Seçimi hileli yollarla kazanacağını sanıyor. Hileye izin vermeyeceğiz, ister valin olsun, ister kaymakamın olsun, ister muhtarın olsun, kim olursa olsun, sel gibi akacağız ve sandıklarda kazanacağız.

ŞEKER FABRİKALARI ZARAR ETMİYOR, ŞEKER FABRİKALARINA ZARAR ETTİRİLİYOR

Efendim aramızda Eskişehir’den gelen değerli kardeşlerimiz var, çiftçi kardeşlerimiz var, şeker pancarı üreticilerimiz var. Hepiniz hoş geldiniz. Şeker pancarı üreticisinin alın terine hep saygı duydum, alın terine emeğine saygı duydum. Çalışır, çapa yaptırır, sular, ürününe bakar, zamanı gelir söker, şeker fabrikasına veya alım merkezlerine götürür, pancarını satar evine üç-beş kuruş alır, kimseye muhtaç olmamak için çaba harcar. O nedenle onun alın teri kutsaldır, onun alın teri değerlidir. Alın teriyle evine ekmek götürmek kadar güzel ve namuslu bir iş yoktur.

Şeker pancarı üreticisi çalmaz, çaldırmaz, haram yemez, kul hakkı yemez, çalışır üretir, şu bereketli şeker pancarını alır götürür satar emeğinin karşılığını şu veya bu şekilde alır. Tam alır mı? Hayır, tam almaz, ama olsun en azından ele güne muhtaç olmaz. Şimdi şeker fabrikalarını satıyorlar. Bir sefer şeker pancarı üretimi vasıfsız işgücüne eleman bulma açısından çok önemlidir. Çapa yapacaksın, bunun için üniversiteyi bitirmeye, okul bitirmeye gerek yok, okuma yazma bilmeyen çok sayıda vatandaşımız var, kadınlarımız var. Onlar en azından ekmek paralarını çapa yaparak kazanıyorlar; vasıfsız işgücü bunların da bir şekliyle değerlendirilmesi lazım. Şeker pancarının posası çok kıymetli, hayvancılıkta kullanılıyor. Alacaksınız, bakacaksınız, satacaksınız, gelir elde edeceksiniz. Şeker pancarıyla eşdeğer bir ormanı düşünün, şeker pancarının ürettiği oksijen ormanın ürettiği oksijenin üç katı; bu kadar değerli havayı temizleyen bir ürün.

Şimdi Alpu Ovasına kömür santrali yapacaklar. Kadınlar karşı çıkıyor, siyasi partiler karşı çıkıyor, çiftçiler karşı çıkıyor, öğrenciler karşı çıkıyor, çiftçiler işçiler öğrenciler emekliler herkes karşı çıkıyor. Tutturmuş o ovaya kömür santralini kuracağım diye. Niçin? Millet zehir solusun diye. Sana o zehri solutmayacağız arkadaş, o zehri solutmayacağız sana, onun mücadelesini yapacağız.

Şeker fabrikalarına baktığınızda aslında Türkiye genelinde dağılmış bunlar. Ekonomisi çok fazla gelişmemiş olan yerlere şeker fabrikaları yapılmış. Üretim var, tarla var, su var vesaire, dolayısıyla şeker pancarı o il için ilçe için hayati bir ekonomik değer. Orada çocuklar çalışıyor, gençler çalışıyor, çiftçiler üretiyorlar, şeker üretiliyor, herkes bir şekliyle işini bulmuş ve çalışıyor.

Bakın değerli arkadaşlar, Afyon Alpullu, Bor Niğde, Burdur, Çorum, Elbistan, Erzincan, Erzurum, Ilgın, Kastamonu, Kırşehir, Muş, Turhal, Yozgat şeker fabrikalarını biz satacağız diyorlar. Bunları zaten bitirmişsin. Yozgat’ın nüfusuna bakın nereden nereye düştü, milletvekili sayısı düşüyor devamlı. Bir de şimdi şeker fabrikalarını satacaklar, onu da kapatacaklar, Yozgatlıya hayırlı uğurlu olsun. Yozgatlı gitsin yine oyunu AKP’ye versin bakalım. Git ver kardeşim, yarın elinizden ekmeğinizi de alacak. Yozgat’ın yeşil mercimeğini,  kokulu yeşil mercimeğini bitirdiler. Ben bunu söylediğim zaman, efendim Yozgat’ta mercimek mi kaldı? Sen bitirdin kardeşim.

Erzurum’un nesi var Allah aşkına, bir şeker fabrikası var. Onu da kapatacaklar. Zaten hayvancılığı öldürdün, şimdi bir de onu kapat. Erzincan’ın nesi var? Onu kapat. Muş’un nesi var? Onu da kapat.

Değerli arkadaşlarım, diyorlar ki şeker fabrikaları zarar ediyor, özelleştirdiğimiz zaman kâr edecek, daha fazla istihdam yaratacağız. İnanıyor musunuz? Ne bu? Vallahi de billahi de yalan, yemin ediyorum vallahi de billahi de yalan. Şeker fabrikaları zarar etmiyor, şeker fabrikalarına zarar ettiriliyor arkadaşlar. Bir çalışırsın zarar edersin, bir de zarar ettirilirsin. Nasıl zarar ettiriliyor? Alpullu, Ağrı, Çarşamba, Susurluk şeker fabrikaları. 2010-2016 döneminde fabrikaları kapattılar, çalıştırmadılar. İşçi var çalışmıyor, ürün var çalıştırmıyorsun, ücret ödüyorsun çalıştırmıyorsun. Bu dört fabrikanın zararı 32 milyon lira, çalışmayan fabrika zarar ediyor. Zarar eder tabii kardeşim, çalıştırsan kâr edecek.

Peki, geriye kalan 21 fabrika, yani çalışan fabrikalar. 21 fabrikanın 2012-2016 döneminde kârı 21 fabrikanın 103 milyon 300 bin lira, hepsi kâr ediyor. Millete ne söylüyorlar? Yalan söylüyorlar değerli arkadaşlarım.

NİŞASTA BAZLI ŞEKERİ KİM KULLANIYORSA, ONUN ÜRÜNLERİNİ SATIN ALMAYIN

Şimdi ben size Sayın Başbakanın yaptığı bir açıklamayı okuyayım.  Binali Bey diyor ki şeker fabrikalarıyla ilgili: “Fabrikalar özelleştirdikten sonra kapanacak gibi bir şey yok, en az beş sene boyunca üretim yapacak.” Süreyi vermiş, beş sene üretim yapacak, altıncı sene kapanacak. SEKA’da neydi, bakın Balıkesir SEKA’da. Balıkesir SEKA’yı sattılar, en az üç yıl çalıştırma mecburiyeti vardı, en az üç yıl. Bırakın üç yılı üç saat bile çalıştırmadılar, fabrikayı kapattılar, makinelerini sattılar. Şimdi Balıkesir SEKA diye bir fabrika yok. Aynı şekilde Manisa Sümerbank, en değerli araziler. Orayı da talan ettiler, birilerine peşkeş çektiler. Hâlâ Yargıtay’da yargılanıyorlar. Bazıları hapse girip çıktı. Nerede peki bu fabrika? Bu fabrika yok. Kapanan fabrikalardan bazılarını örnek vereyim size arkadaşlar. Afyon Et Kombinası, 103 işçi vardı kapandı, Ağrı Et Kombinası 109 işçi çalışıyordu kapandı, Bayburt Et Kombinası 50 işçi vardı kapandı, Bursa Et Kombinası 158 işçi vardı kapandı. Böyle 54’e yakın resmi yazıyla sorduğumuz ve aldığımız cevaplar var, fabrikalar kapandı.

Şimdi Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi güçlü bir şirket, niye kapatıyorsunuz? Bakın 25 fabrikası var bu şirketin, 4 alkol fabrikası var, bir makine fabrikası var, yani anahtar teslimi şeker fabrikası dünyanın her tarafında kurabilirler böyle bir imkânları var, elektronik aygıtlar fabrikası var, tohum işleme fabrikası var ve aynı şekilde 150’den fazla bölge şefliği, 300’ün üzerinde de pancar alım merkezleri var. İSO 500 sıralamasında ilk 500 firma arasında 21’nci sırada. Geçen seneki net satışı 3 milyar 600 milyon lira. 350 bin aile, yani 1 milyon kişi şekerden geçiniyor. Yarattığı katma değer 3 milyar doları aşıyor. Şeker fabrikalarının çalışmasıyla Türkiye’de yaratılan katma değer 3 milyar doları aşıyor. Şimdi bunları satacağız diyorlar. Sonra kapatılacak, nişasta bazlı şekere imkân sağlanacak. Yurtdışından mısır gelecek, Türkiye’de şeker şurubu yapacaklar. Nişasta bazlı şekeri kim kullanıyorsa, onun ürünlerini satın almayın, nokta! Almayın. Şeker pancarından kim şeker üretip kullanıyorsa o ürünleri alacağız.

Şimdi bakanlığa söylüyorum, neden bir firma “bu üründe kullanılan şekerler şeker pancarından elde edilmiştir” diye yazıyordu, ama onu yasakladılar. “Şeker pancarından üretiyor” demeyeceksin, çünkü nişasta bazlı şeker. Yüzde 1-1,5 uygulanıyor dünyada, bizde yüzde 15. Çocuklarımız hasta olacak, geleceğimiz perişan olacak. Bakın bir şeker pancarı üreticisi Nihat Babaözlü şöyle diyor: “Ben geceleri uyuyamıyorum, gözümüz gibi baktığımız bebeklerimizin zehirlenip kanser olduğunu göreceksiniz. Bunun sonu buraya gidiyor” diyor.

GAYRİ MİLLİSİNİZ, GAYRİ YERLİSİNİZ!

Şimdi bunlar en milli değerleri satıyorlar. Ne diyorlar? Biz milliyiz, biz yerliyiz. Hadi canım siz de, siz gayri millisiniz, gayri yerlisiniz. Siz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına değil, siz yabancılara hizmet ediyorsunuz, yabancıların çıkarlarını savunuyorsunuz, Cargill’in çıkarlarını savunuyorsunuz, Amerikan firmalarının çıkarlarını savunuyorsunuz. Oradan mısır getiriyorsunuz, oradan şeker elde ediyorsunuz, çiftçinin alın terini toprağa gömüyorsunuz. Buna izin vermeyeceğiz, hiç kimse endişe etmesin izin vermeyeceğiz.

Bakın size örnek vereyim, yerli ve milliyiz diyorlar ya, bir örnek vereyim. Türk Telekom’un yüzde 100’ü yerliydi ve yüzde100’ü milliydi. Kime satıldı? Yabancılara. Yüzde 100’ü kime ait? Yabancılara ait. Hani siz milliydiniz, hani siz yerliydiniz? Şimdi Türk Telekom kârı yurtdışına götürüyor, içeriden satın alırken Türk bankalarından krediyi çekti firmayı satın aldı, kârını yurtdışına götürdü. Şimdi bankalara olan borcunu ödemiyorum diyor. Hükümet dut yemiş bülbüle dönmüş, ne yapacağız diyor. El koy kardeşim, el koyacaksın alacaksın, uluslararası tahkime gideceksin, görevini yapmadı diye Telekom’a el koyacaksın, bu kadar basit. Yapamıyorlar, yabancıları kızdırır mıyız diye yapamıyorlar.

Telsim, yüzde 100 yerliydi, yüzde 100 milliydi. Kime satıldı? Yüzde 100’ü yabancılara satıldı. Petkim, Aliağa Petkim yüzde 100 yerliydi, yüzde 100 milliydi. Kime satıldı? Yabancılara satıldı yüzde100’ü. Tekel yüzde 100’ü yerliydi, yüzde 100’ü milliydi. Kime satıldı? Yüzde 100’ü yabancılara, Amerikalılara satıldı. Bankaların da büyük bir kısmı yabancılara satıldı. Türk bankacılığının yüzde 100 yerli ve milli olan banka sayısı üç, diğerlerinin tamamında yabancılar var.

YABANCIYA HER TÜRLÜ KIYAK, VATANDAŞA GELİNCE VERGİ

Bakın yerli ve milliye bir örnek daha vereyim. Vallahi bunların yatacak yeri yok, ne güzel yalan söylüyorlar değil mi? Biz yerliyiz, biz milliyiz diye her türlü yalanı söylüyorlar. Bir yabancı geldi diyelim, Katar’dan geldi, İngiltere’den geldi, Fransa’dan geldi, Suudi Arabistan’dan geldi, Türkiye’de ofis alacak veya daire alacak. Ödediği KDV sıfır, alabilirsin. Peki, vatandaş başını sokacak bir ev aldığı zaman o KDV ödeyecek. Yerli ve milliye bakın, yabancıya her türlü kıyak, vatandaşa gelince vergi. Bunların yerliliği ve milliliği yoktur, bunlar gayri millidirler, Türkiye’nin baş belasıdırlar. Yabancılara ve tefecilere çalışıyorlar bunlar.

Efendim Tarım Bakanı güzel bir açıklama yapmış diyor ki, efendim diyor biz yurtdışına gittiğimizde diyorlar ki, gittiğiniz ülkede diyorlar ki, sizden şu kadarlık mal alıyoruz, siz bizden ne alacaksınız? Bu en fazla et konusunda oluyor, mecburen bir şeyler almak zorunda kaldığımızda et gündeme geliyor. Yani almayacağız, ama bizden ne alacaksınız deyince aklımıza et geliyor, eti alıyoruz diyorlar.

Avrupa’nın besin üreticilerini destekleyen, ayakta tutan Türkiye’dir. 26 ülkeden et ithal ediyoruz, 26 ülkeden. Şimdi Rusya’dan et ithal ediyorlar. Ben demiştim ki, getirdiğiniz etler besmelesizdir, besmelesiz etleri sarayda yiyin, siz niye millete yediriyorsunuz? Efendim Sırbistan’dan alıyoruz, ama Sırbistan’ın Türk kesiminden alıyoruz, Müslüman kesiminden alıyoruz diyorlar. Rusya’nın hangi kesiminden alıyorsunuz? Fransa’nın hangi kesiminden alıyorsunuz? Güney Amerika’nın hangi kesiminden alıyorsunuz? Götür sarayda bunları ye kardeşim, millete besmelesiz et yedirme diyoruz.

Şimdi herkes sokağa döküleceğiz diyor, herkes kızıyor bağırıyor çağırıyor, ama ilginç bir şey eminim de sizin de dikkatinizi çekecektir. Müteahhitler Konfederasyonu Başkanı bir açıklama yapıyor. Diyor ki, “Kilogram fiyatı 3 liraya doğru yaklaşan demir çelik ürünlerindeki fahiş fiyat artışları artık sektörün canına tak etti. 2017’nin Şubat ayında kilogramı 1 lira 60 kuruş olan ince demirin fiyatı, bu hafta 2 lira 80 kuruşu aştı. Bıçak kemiğe dayandı, binlerce müteahhit sokağa dökülecek.”

Öğrenciler dökülüyor biber gazı yiyorlar, kadınlar yürüyor biber gazı yiyorlar, emekliler yürüyor biber gazı yiyorlar, hadi müteahhit kardeşlerim biber gazı hayırlı olsun, sizler de bir sokağa çıkın bakalım. Memleketi bu hale getirenler bunlar.

Efendim hepinize selamlar saygılar.

Anahtar Kelimeler
YORUMLAR
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Ayrıca suç teşkil edecek hakaret içerikli yorumlar hakkında muhatapları tarafından dava açılabilmektedir.
Henüz yorum yapılmamış ilk yorum yapan siz olun...
2
Sağ 300x250 Reklam
YAZARLAR