Üst Header Banner Reklam
İngiliz Kibir ve Kurnazlığı Tesirlerini Bir Kez Daha Göstermiştir
AB’nin, Müslüman Türk milletini bu nüfus ve değerler yapısıyla kabullenmesi zannederim mümkün değildir.
28.06.2016 23:48:47
Bu haber 535 kez okundu
İngiliz Kibir ve Kurnazlığı Tesirlerini Bir Kez Daha Göstermiştir

 BAHÇELİ, TBMM GRUBUNDA KONUŞTU

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin,

TBMM Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:

Saygıdeğer Milletvekilleri,

Muhterem Misafirler,

Değerli Basın Mensupları,

Haftalık olağan Meclis grup toplantımıza başlarken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Hiç kuşku yok ki, iç ve dış politika kapsamında çok yoğun günlerden geçiyoruz.

Mübarek Ramazan ayının son günlerinde ülke ve dünya siyaseti açısından önemli sayılabilecek gündem ve gelişmelere üst üste şahit oluyoruz.

Hava sıcaklarının artmasının yanında, siyasetin de ısındığını, özellikle dış politik havzada çok yönlü hareketlenmelerin yaşandığını biliyor ve görüyoruz.

Ancak değerlendirmelerime geçmeden evvel, ülke genelinde çıkan orman yangınlarından duyduğum üzüntüyü bilhassa ifade etmek istiyorum.

Ormanlarımız milli servet olmasının yanında, bu ülkenin soluk borusu, can evidir.

Sebebi ne olursa olsun, çıkan orman yangınları bu ülkeye büyük zarardır ve ziyandır.

Yeşil örtümüzün, hepimizin titizlikle koruması gereken doğa zenginliğimizin bir kıvılcımla küle dönmesi tam anlamıyla katliamıdır.

Antalya Kumluca ve Adrasan’ın alevlere mahkum olması, hatta tesis ve otellere kadar yayılması elbette kaygı vericidir.

Ayrıca son bir hafta içinde Bodrum ve Edirne’de yanan yüzlerce hektarlık orman milletimiz adına kahredici bir kayıptır.

Orman köylüsü kardeşlerimiz perişan vaziyettedir.

Yangınlar sonucunda, yeni imar alanlarının açılıp açılmayacağı, ilave otel veya konut yapımının olup olmayacağı herkesin aklındaki sorular arasındadır.

Ormanlar yanarken, rantiyecilerin sevinmesi, arazi mafyalarının umutlanması, imar vurguncularının heveslenmesi, talancıların heyecanlanması mümkündür ve beklenmelidir.

AKP hükümetinin fırsatçılara prim vermemesi, alevden çıkar umanlara göz açtırmaması şarttır.

2/B statüsündeki ormanlarımızla ilgili hesabı olan çıkarcılara,  yağmayı meslek edinmiş yerli ve yabancı odaklara engel olunmalıdır.

Orman yangınlarında ihmal, kusur, sabotaj gibi hususları da ayrıntılarıyla incelemek lazımdır.

Her ihtimal dikkate alınmalıdır.

Türkiye düşmanlarının insan ve doğa varlığımıza husumeti bilinmektedir.

Teröristlerin ormanlarımızı yakmak, ülkemizi karanlığa çevirmek için her yola tevessül ettiği malumlarınızdır.

Bu nedenle orman yangınlarıyla mücadele çok yönlü ve kararlı şekilde sürdürülmelidir.

Bu konuda devletin her kaynak ve gücü gecikmeksizin, ertelenmeksizin devreye alınmalı, seferber edilmelidir.

Milliyetçi Hareket Partisi ormanlarımızın korunmasıyla ilgili her samimi adıma, her kalıcı tedbire milli bilinç ve sorumlulukla desteğini verecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Birleşik Krallıkta, 23 Haziran 2016 günü, AB’nin geleceğiyle ilgili tarihi bir referandum gerçekleşmiş ve sonuçlar belli olmuştur.

Bu referandum hem bu ülkede hem de Avrupa siyasetinde büyük bir yankı bulmuş, uluslararası dengeleri doğal olarak sarsmıştır.

Britanya halkı yüzde 51,9’luk bir oy oranıyla 43 yıllık AB macerasına sandık yoluyla son vermiştir.

Öncelikle halkın kararına saygı duyulmalıdır.

Birleşik Krallık AB’yle ortak bir gelecek görmemiştir.

Brexit oylaması AB’ye yönelik güvensizlikleri derinleştirmiştir.

Birleşik Krallık Başbakanının referandum kartını devreye koyarak AB’de kalıp kalmama tercihini halkına sorması taşları yerinden oynatmıştır.

Bu ülkede 50 yaş altındaki kuşağın AB’ye olumlu tavrı, 50 yaş üstünün ise olumsuz ve soğuk bakışı aynı zamanda bir kutuplaşmanın da işareti olmuştur.

Birleşik krallık’ın AB’ye hayır demesiyle Başbakan Cameron istifa kararı almış, diğer birlik üyesi pek çok ülke AB’yi sorgulamaya başlamıştır.

Başta küreselleşmeye karşı yükselen tepki dalgası ve mülteci yığılmasından duyulan endişe olmak üzere, bizi dizi itiraz 23 Haziran referandumunda etki ve neticelerini göstermiştir.

Birleşik Krallıkta, toplumsal dip dalgaya tutunan şüphe ve tereddütleri kaldıraç gibi kullanan bazı siyasetçiler AB’den ayrılmanın alt yapısını oluşturmuşlar, sosyal tabanını inşa etmişlerdir.

AB için 23 Haziran öncesiyle sonrası arasında artık derin bir uçurum söz konusudur.

Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylemek için kahin olmaya da gerek yoktur.

Brexit kararı, mali piyasaları sallamış, AB’den kopma taleplerini güçlendirmiş, karamsar bekleyişleri tırmandırmıştır.

Bilindiği üzere, 2002-2007 yılları arasında küreselleşme süreci parlak bir dönem yaşamıştır.

Dünya ekonomisi yüzde 5’i aşan bir büyüme performansı yakalamıştır.

Ne var ki, 2008 yılında ortaya çıkan finansal kriz dünya ekonomisine hakim olan sanal bahar havasını da sonlandırmış, insanlığı vahim sorunlarla yüzleştirmiştir.

Krizle birlikte büyüme oranları dibe vurmuştur.

Avrupa ülkelerini pençesine alan durgunluk, istikrarsızlık ve işsizlik döngüsü sosyal çöküşlere, siyasal kaynamalara, ekonomik yıkımlara ardına kadar kapı aralamıştır.

Kazanın bir avuç elitten ibaret, kaybedenin ise milyarlarca insan olduğu adaletsiz ve ahlaksız sömürü düzeni haklı olarak her vicdan sahibi tarafından kıyasıya eleştirilmiştir.

Özellikle Almanya, Fransa ve Birleşik Krallığın dünya ekonomisindeki payı yıllar içinde yüzde 13’ten yüzde 8,5’e gerilemiştir.

Yükselen piyasalar düşüşe geçmiştir.

Popülist eğilimler öne çıkmaya başlamıştır.

Kontrolsüz göç dalgaları, artan şiddet ve terör vakaları, egemenlik paylaşımlarının doğurduğu yan tesirler ülkeler arasında görünmeyen duvarların örülmesine neden olmuştur.

Üretimi dışlayan, finansal oyunlara dayanan dünya ekonomisi bir yanda geniş bir mağdur kitlesi yaratırken, diğer yanda çalışmadan, yattığı ve oturduğu yerden servet kazanan küçük bir zümreyi palazlandırmış, yeşertmiştir.

Haklı olanın değil güçlü olanın sözünün geçtiği; kirli ve karanlık çevrelerin egemen olduğu bir dünya sisteminin elbette uzun süreli ayakta kalması, işbirliği kanallarını canlı ve açık tutması akla ve mantığa aykırı olacaktır.

Her ne kadar yeni bir pişmanlık referandumu için imza kampanyası düzenlense de, Britanya halkının 23 Haziran iradesi, genel olarak anlık bir gelişmenin ürünü olmayıp, uzun senelerin mahsulüdür.

 Bu söylediklerim Birleşik Krallıktaki referandumun bir yüzüdür.

Ancak meselenin ülkemizi ilgilendiren diğer bir yüzü vardır ki, bu da samimiyetle ve milli vicdan eşliğinde yorumlanmalıdır.

23 Haziran öncesi Britanya vatandaşları Türkler gelecek diye korkutulmuş, muhtemel göçmen akışı olacak iddiasıyla demokratik tercihleri çarpıtılmıştır.

Bu bize göre milletimize, Türklüğün haysiyetli ve vakarlı mevcudiyetine ağır bir hakaret ve cürümdür.

İngiliz kibir ve kurnazlığı tesirlerini bir kez daha göstermiştir.

AB’yle yollarını ayırmak için bahane arayan bu ülkenin Türklüğe çamur atması, Türkleri aşağılaması utanmazlık ve küstahlık örneğidir.

Türk milletinin her ferdi, gittiği ülkelere sorun değil, ancak şeref kazandırmıştır.

Biz vardığımız her yere onur ve itibar götürürüz, biz bulunduğumuz coğrafya ve ülkelere ahlak ve kaliteyi öğretiriz.

Türkleri öcü gibi gösterip nefret suçu işleyenlerin asırlarca taşıdığı kirli mirastan bir şey kaybetmemesi ayıplı ve alçaltıcı bir handikaptır.

Birleşik Krallıkta, 23 Haziran öncesi Türkler üzerinden yapılan provakatif kampanyanın her türlü spekülasyon ve saptırmaya davetiye çıkardığı, insanlık değerlerini öğüttüğü açıktır.

Aşırı uçların ve marjinal kesimlerin Türkleri karalamanın bir fırsatı olarak gördüğü referandum sürecinde, Birleşik Krallık Başbakanı da iyi bir sınav verememiş ve layığını bularak sınıfta kalmıştır.

Türkiye’nin AB’ye girişi için 3 bin yılını işaret eden bu şahıs, kısa sürede ağzının payı almış, üç günde kurumuş bir ağaç gibi devrilip gitmiştir.

Elbette herkes mayasına, meşrebine ve mizacına uygun hareket edecektir.

Diyorum ki, Türk milletini hor ve hakir görmek, küçümseyip karartmak mazisi kan ve sömürü kokan hiçbir emperyal ülkenin haddi ve harcı olamayacaktır.

Değerli Milletvekilleri,

23 Haziran referandumu AB’nin fay hatlarını çatlatmıştır.

Birleşik Krallığın AB’den tam ayrılışı için iki yıllık bir sürenin geçmesi öngörülmektedir.

AB’nin çekirdeğini oluşturan ülkeler bu ayrılığın kısa sürede olmasını istemektedir.

Anlaşılan bu zorlu ve yıpratıcı sürecin daha da kronik olaylara ve telafisi maliyetli olacak hasarlara meydan vermemesi planlanmaktadır.

Birleşik Krallığın karar ve iradesinden sonra AKP hükümeti de meseleye uzak kalmamıştır.

Başbakan’dan bakanlara kadar herkes kendi birikim ve kanaati çerçevesinde değerlendirmeler yapmıştır.

Görüldüğü kadarıyla AKP hükümeti Birleşik Krallığın AB’den kaydını sildirmesine pek de sıcak bakmamıştır.

Başbakan Türkiye’nin AB yolunda çalışan bir ülke olduğunu ifade ederek, güçlenmesine vurgu yapmıştır.

Bunu yaşlı kıtanın güvenliği ve istikrarı için önemli görmüştür.

Ve de AB’nin gelecek vizyonunu gözden geçirmesini önermiştir.

Şunu herkesin görmesi lazımdır ki, AB’nin yapısı fiili bir Hıristiyan kulübü şeklindedir.

Eğer birliğin iddia edildiği gibi bir gelecek vizyonu varsa, buna göre temellenecektir.

AB’nin, Müslüman Türk milletini bu nüfus ve değerler yapısıyla kabullenmesi zannederim mümkün değildir.

Biz ne yaparsak yapalım; milli ve manevi kabullerimizden taviz vermeden, egemenlik haklarımıza sırt çevirmeden, Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı inkar etmeden AB’ye girmemiz devenin iğne deliğinden geçmesi kadar imkansızdır.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak AB’ye bakış ve değerlendirmelerimizde istikrarlı ve tutarlı biz çizgi takip ettik.

Geçmişte sarfettiğimiz sözlerimiz elbette tüm delil ve belgeleriyle ortadır ve partimizin resmi internet sayfasında herkesin erişebileceği kadar yakındır:

30 Kasım 1999 tarihli Meclis Grup toplantımızda; Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizde karşılıklı anlayış, saygı ve işbirliğinin belirleyici olmasını savunduk.

6 Aralık 1999 tarihli Meclis Grup toplantımızda; Avrupa Birliği ve üye devletlerin, toprak bütünlüğümüze ve insanlarımızın yaşama hakkına kasteden bir terör örgütü karşısında ülkemizden yana açıkça tavır almasını istedik.

14 Aralık 1999 tarihli Meclis Grup toplantımızda; Birliğin bütünleşme konusunda, ülkemize mesafeli yaklaştığını, Türkiye’nin sorunlarını büyütme ve yalnız bırakma şeklinde özetleyebileceğimiz dostane olmayan bir tavır geliştirdiğini söyledik.

İlave olarak dedik ki: Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak kabul edilişimiz bir lütuf değildir. Adaylık statüsü, her şeyden önce başlangıçta imzalanan anlaşmalardan kaynaklanan bir hakka dayanmaktadır.

24 Şubat 2000 tarihli Meclis Grup toplantımızda; Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye karşı uyguladığı çifte standartlardan, Avrupa değerleriyle çatışan tavır ve söylemlerden kaçınması gerektiğine vurgu yaptık.

Yine dedik ki: Türkiye, temel tercihini Avrupa Birliği'nden yana yapmıştır. Ancak, bu ilelebet devam edecek bir mecburiyet olarak algılanmamalıdır.

21 Mart 2000 tarihli Meclis Grup toplantımızda; onurlu ve adil bir birlikteliğin, sadece Türkiye'nin değil, bütün Avrupa'nın ve Dünya'nın yararına olacağına dikkat çektik.

5 Kasım 2000 tarihli 6. Olağan Büyük Kongremizde aynen şöyle demiştim:

“Partimizin, Avrupa Birliği'ne yaklaşımında, Avrasya coğrafyasının bir barış, istikrar ve refah adası olmasına dair görüşü rol oynamıştır.”

Devamla şunları dile getirmiştim: “Milliyetçi Hareket Partisi, Avrupa Birliği'ne tam üyelik meselesini önemsemekte ve ciddiye almaktadır. Birlik yönetimi, Türkiye'nin üyeliğine gerçekçi ve samimi bir şekilde yaklaştığı ölçüde, katılımın makûl bir zaman aralığında realize olacağına inanmaktadır.”

21 Kasım 2000 tarihli basın açıklamamızda; Birlik yönetiminden iyi niyetle hazırlanmış inandırıcı bir üyelik politikası izlemesini talep etmiştik.

27 Mart 2001 tarihli Meclis Grup toplantımızda; Türkiye AB arasındaki ilişkilerin çok boyutlu ve tarihi bir birlikteliğin inşa süreci olarak ele alınmasını temenni etmiştik.

Ve de Doğu ile Batının kucaklaşmasına vesile olacak, küresel ve bölgesel istikrara katkı sağlayacak demiştik.

2 Haziran 2001’de Almanya’da Avrupalı muhataplarımıza seslenmiş ve şu görüşlerimizi paylaşmıştım:

“Türkiye'nin Avrupa Birliği ile her ülke ve devlet gibi, adil ve onurlu bir işbirliği içinde bulunmak istemesinde yadırganacak bir yan yoktur.

Türk insanının ortak düşüncesi ve beklentisi, kendisine tarihi ön yargılarla ya da fiili ön şartlar öne sürülerek yaklaşılmamasıdır.”

29 Kasım 2001 tarihli Meclis Grup toplantımızda AB yöneticilerine;

Birlik yönetiminin, Türkiye karşısında Avrupa Birliği bünyesinde var olan güçlü dirençleri aşmayı ve önyargıları yenmeyi gerçekten isteyip istemediğini,

Batı Avrupa toplumlarının, Müslüman Türk toplumunu aralarında görmeye ne kadar hazır olduklarını,

Birlik yönetiminin bu doğrultuda herhangi bir politikasının var olup olmadığını,

Türkiye'yi sürekli rahatsız eden terörist örgütlerin Batı Avrupa'daki uzantılarıyla etkin bir mücadeleyi ne zaman vereceklerini özellikle sormuştuk.

14 Haziran 2006 tarihli yazılı basın açıklamamızda; Türkiye-AB ilişkilerinin, senaryosu yalan, aldatmaca ve samimiyetsizlik olan bir pembe dizi niteliği kazandığını açıkça ileri sürmüştük.

19 Eylül 2006’da, AB’nin Türkiye’yi oyaladığını,

9 Kasım 2006’da, AB sürecinin tıkandığını,

19 Kasım 2006’da, AB’nin Türkiye’yi dışlayıp haysiyetiyle oynadığını,

30 Kasım 2006’da, AB rüyasının sonuna gelindiğini,

8 Aralık 2006’da, AB trenin Kıbrıs makasında raydan çıktığını,

25 Aralık 2007’de, Avrupa Birliği’nin PKK terörü ve etnik bölücülük konusundaki tutumunun her yönüyle bir riyakarlık örneği olduğunu,

12 Şubat 2008’de, AB ile teslimiyet mahkumiyet ilişkisinin varlığını,

6 Mayıs 2008’de AB’nin Türkiye’ye karşı önyargılı ve dayatma içinde hareket ettiğini,

16 Ekim 2012’de Türk milletinin seçeneksiz olmadığını,

Ve de milli onur ve ilkelerimize aykırı hareket eden, egemenlik haklarımızı zedeleyen her küresel projenin ne bizim onayımızı alacağını ne de milletimiz de karşılık bulacağını güçlü şekilde haykırdık.

Yıllardan beri ilkelerimizi kararlıca savunduk, AB’yle ilgili düşüncelerimizde çelişkiye düşmedik.

Ve geldiğimiz bu aşamada diyebiliriz ki, AB’nin suyu çoktan ısınmış, kendi kendini yiyen ve tüketen bir organizmaya dönüşmüştür.

AB, yıllarca Türkiye ve Tük düşmanlığına sığınak olmuştur.

AB üyesi ülkelerle elbette sosyal, ekonomik ve siyasal ilişkilerimiz karşılıklı çıkarlar ekseninde sürmeli, hatta güçlenmelidir. Buna itirazımız yoktur.

Ancak sonu gelmeyen müzakere süreçlerinin, dipsiz kuyuya dönmüş ev ödevlerinin, artan baskı ve azarlamaların bir sınırı vardır ve bu sınır geçilmiştir.

AKP hükümetinin AB’yle zig zaglı diyalogları, inişli çıkışlı ilişkileri, milli haklarımızı ucuz pazarlıklarla gölgelemesi, Avrupalı komiserlerin ağzına bakan acziyeti Türk milleti tarafından hiç hoş karşılanmamıştır.

AB süreci mutlaka milli bir perspektifle tekrar ele alınmalıdır.

Türkiye, başkasının himmet ve himayesine muhtaç olmayacak kadar büyük ve kudretli bir ülkedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB üyeliğiyle ilgili; “Biz de gerekirse referanduma gideriz” görüşü ise yersiz, anlamsız ve zamansızdır.

AB ayak sürüyor, ağırdan alıyor, zamana oynuyor, Türkiye’yi almamak için bin dereden su getiriyor, Sayın Erdoğan ise halka soralım diyor.

Sayın Cumhurbaşkanı, cevabı bal gibi bilinen bir soruyu aziz milletimize niye sormayı gündeme getiriyorsunuz?

Buna neden ihtiyaç duyuyorsunuz?

53 yıldır Avrupa kapısında bekletiliyoruz, o fasıl açıldı, bu fasıl kapanmadı diyoruz hala bir arpa boyu mesafe alamıyoruz.

Türk milletinin AB’ye bakışını bilmek ve öğrenmek için plebisit türü bir oylamaya hiç gerek yoktur.

Zaten her şey ortadadır.

Yalnızca siyasi sorumluluk taşıyanların mühürlü kalpleri temizlensin, kapalı gözleri açılsın, tutuk iradeleri ipotekten kurtulsun yetecektir ve Türk milletinin AB’ye karşı tutumu anlaşılacaktır.

Milletimiz kendi geleceği ve kaderi üzerinde dün olduğu gibi bugün de tek söz söyleyendir, bunun aksini düşünmek Brüksel tutsaklığı, yabancı hayranlığıdır ki, buna bizim sıcak bakmamız olmayacak bir şeydir.

Muhterem Milletvekilleri,

Bir ülkenin dış politikasını tayin eden en önemli faktör coğrafyası, jeopolitik konumu, milli ve tarihi referanslarıdır.

Ülkelerin ekonomik ve siyasi gücü de dış politikanın plan ve işleyişinde önemli bir etkendir.

Bilelim ki, iç istikrarsızlık çok boyutlu ve aktif bir dış politika oluşumunun önüne set çekecektir.

Dış politikanın hedefi; eldeki tüm imkanlar kullanılarak ülkenin güvenlik, siyasi, ekonomik ve kültürel çıkarlarının savunulması, geliştirilmesi olmalıdır.

Belirlenmiş bir amaca ulaşmak için taktik ve stratejilerin çatısı iyi kurulmalıdır.

Herhangi bir sorunun çözümünde iki taraf ülkenin aynı anda kazançlı çıkması, yani kazan kazan sloganının gerçekleşmesi uluslararası ilişkilerin ruh ve akışına istisnalar dışında uygun değildir.

Her iki tarafın kazanması ancak tarafların çıkarları arasında bir denge kurulmasıyla mümkündür ki, bu da kolay olmayacaktır.

Eğer bir sorunla ilgili çözüm olacaksa, bu her şeyden önce adil ve hakkaniyete müzahir olmalıdır.

Sorunların çözümü ancak iki tarafça da aynı derecede ve samimiyetle istendiği takdirde gerçekleşebilecektir.

Eğer karşı taraf buna hazır değilse, çözüm de imkansız veya gerçekçi değildir.

AKP, 2009’dan beri İsrail’le sürtüşmekte, atışmakta, ağır eleştirilerle iç kamuoyuna mesaj vermektedir.

İsrail’e söylenmedik söz bırakılmamıştır.

Fakat dün Başbakan’ın yaptığı açıklamalarla İsraille ilişkilerin düzeleceği, yeni bir evreye gireceği müjdelenmiştir.

Bugün Roma’da iki ülke karşılıklı olarak üzerinde mutabık kalınan anlaşmaya imza atacaklardır.

Böylece 2009 yılının Ocak ayında Davos’ta başlayan “One Minute” şovu bitmiş, istismar perdesi kapanmış olacaktır.

31 Mayıs 2010’da, ambargo altındaki Gazze’ye insani yardım malzemesi götüren Mavi Marmara gemisine, uluslararası sularda ağır bir saldırı düzenleyen İsrail, 10 Türk vatandaşını öldürmüş, onlarcasını da yaralamıştı.

Bu tarihten sonra Türkiye-İsrail ilişkileri kopmuş, iki ülke arasında her alanda bir gerileme yaşanmıştı.

Cumhurbaşkanı İsrail’i terör devleti olarak defalarca suçlamıştı.

İsrail Gazzeli çocukları plajlarda öldürüyordu. Erdoğan bunu haklı olarak şiddetle tenkit ediyordu.

İsrail’in barbarlıkta Hitler’i geçtiğini dillendirmişti.

İsrail’e döktüğü kanlardan dolayı hesap sorulacağını hatırlatıyordu.

Bu ülkeden hiçbir zaman iyi niyet beklenmemesini söylüyordu.

Cinayetlere seyirci kalınmayacaktı.

Mavi Marmara gemisine saldırı savaş sebebiydi.

Sayın Erdoğan, Başbakan görevindeyken çok kesin ve bağlayıcı konuşmuş ve şöyle demişti:

“Ben bu görevde bulunduğum sürece hiçbir zaman İsraille olumlu bir şeyi düşünemem. Zulüm bitmedikçe Türkiye İsrail arası normalleşemez.”

Demek ki, zulüm bitmiş ve normalleşmenin kapakları aralanmıştır.

Bizden de buna inanmamız istenmektedir.

Cumhurbaşkanı bu yılın Ocak ayında, Kral Selman Bin Abdülaziz’in davetiyle gittiği Suudi Arabistan dönüşü uçakta; İsrail’e ihtiyacımız olduğunu söylemişti.

Şu anda AB Bakanı olan şahıs da, AKP sözcülüğü görevini yürütürken, İsrail devletinin Türkiye’nin dostu olduğunu birden bire hatırlamıştı.

Meğerse hükümet uzun süredir İsraille gizli gizli buluşup anlaşmanın yollarını arıyormuş da bizim haberimiz olmamıştır.

Madem İsraille anlaşılacak, barışılacak, kucaklaşılacaktı, bunca sert söze, bunca su katılmamış hakarete ne gerek vardı?

Geçmişteki sözleri nereye koyacağız?

Bu keskin çarkı nasıl izah edeceğiz?

Teröristlerde onur ve gurur arayanlar, dış politikada ne ilke, ne seviye, ne de inandırıcılık bırakmışlardır.

Biz demiyoruz ki, İsraille kavga edelim.

Biz istemiyoruz ki, İsraille düşman kamplara ayrılalım.

Ancak 2009’dan beri süregelen İsrail husumetini birden bire unutmak, üzerine sünger çekmek; nerede kalmıştık, hadi işimize gücümüze bakalım demek bir defa millete saygısızlık değil midir?

AKP hükümeti hangi İsraille anlaşmıştır?

Gazze’yi yakıp yıkan; Doğu Kudüs’te terör estiren; fosfor bombalarını Filistin’in üzerine yağdıran İsrail nereye gitmiş; katliamlar ne çabuk unutulmuştur?

Geçen hafta da söyledim; ülkeler arasında kalıcı dostluk ve düşmanlık olmaz.

Fakat son yedi yıllık sözleri ne yapacağız, nasıl yok sayacağız

İsrail’in lekeli sicilinin temizlendiğini nasıl kabulleneceğiz?

AKP hükümeti, İsraille ilişkilerinin düzelmesi için özür, tazminat ve Gazze’ye uygulanan ambargonun kaldırılmasını şart olarak ileri sürmüştü.

İlk iki şartın yerine gelmesine rağmen, ambargonun kalkmayacağı bizzat İsrail Başbakanı tarafından itiraf edilmiştir.

Başbakan Netanyahu Roma’da, Türkiye’den gönderilecek insani yardımların İsrail limanları üzerinden Gazze’ye ulaştırılacağını ifade etmiştir.

İsrail Başbakanı bunun yanında, ülkemiz topraklarından İsrail’e yönelik terörist faaliyetlerine izin verilmeyeceğini, anlaşmanın İsrail doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmasına imkan vereceğini açıklamıştır.

Peki bu anlaşmanın neresi zaferdir? Hangi İsrail diz çökmüştür?

Türkiye’den İsrail’e yönelik, bizim bilmediğimiz hangi terörist faaliyet vardır?

Eğer Netenyahu’nun bu sözleri anlaşmada açık veya örtülü varsa, hükümet buna nasıl evet demiştir?

Terör ihraç eden, masumları katleden İsrail Türkiye’yi terörle aynı kefeye koyma hakkını nereden ve kimden almaktadır?

İsrail doğal gazını bizim üzerimizden Avrupa’ya ulaştıracaksa, Roma’daki anlaşmanın gerçek kazananı bu ülke olmayacak mıdır?

Ve de hükümet İsrail karşısında geri adım atmış sayılmayacak mıdır?

Milliyetçi Hareket Partisi İsraille ilişkilerin iyileşmesinden, makul bir çerçeveye oturmasından prensipte rahatsız değildir.

Bizim söylediğimiz karşılıklı çıkarların gözetilmesidir.

Bizim istediğimiz geçmişteki sözlerin çiğnenmesinden dolayı hiç olmazsa aziz milletimizden özür dilenmesi veya pişmanlık emarelerinin gösterilmesidir.

Aynı şey Rusya’yla ilişkiler için de geçerlidir.

Sayın Cumhurbaşkanı Rusya’ya yeni bir mektup göndermiştir.

Medyaya yansıyan budur.

Bu mektubunda, Türkiye-Rusya ilişkilerini düzeltmek için her şeyi yapacağının garantisini vermiştir. İddialar bu yöndedir.

Ve de Rus uçağının düşürülmesinden dolayı üzüntü duyduğunu açıklamıştır.

Türkiye-Rusya ilişkilerinin canlanması tabii olarak olumlu ve isabetlidir.

Ama 24 Kasım 2015’de düşürülen Rus uçağının egemenlik haklarımızı ihlal ettiğini hiç kimse inkar edemeyecektir.

Sayın Erdoğan’ın hamlesi karşılıksız kalırsa, Türkiye tek taraflı boyun eğmiş olacaktır.

Bu ise Türkiye’nin oyuncağa dönmesine, hiçbir yaptırım ve caydırıcılığının kalmadığına kanıt sayılacaktır.

Şayet bu olursa ortada çok ciddi bir kriz var demektir ve Türkiye her türlü iç ve dış operasyona açık ve müsait hale gelecektir.

Dış politikada sabır, dirayet ve ihtiyat şarttır.

Günü birlik ve hamasi sözlerin faturası gün gelecek herkese çıkacaktır.

Yanlış taktiklerle doğru stratejinin uygulanması, strateji yanlışken taktik kazanımlarla mesafe alınması görülmüş, duyulmuş şey değildir.

Cılız mevzi kazanımlarıyla dış politik hedeflere ulaşmak da hayaldir.

Bu itibarla hükümet dikkatli, ilkeli, uyanık, şuurlu ve milli gerçeklere tam bir bağlılıkla hareket etmeli, Türkiye’yi ayağa düşürecek, tartıştıracak, zayıflatacak korkaklık ve öngörüsüzlükten kesinlikle uzak durmalıdır.

Vizyon odaklı ve etkili bir dış politika izlediğini, Türkiye’nin küresel sorunların çözümüne katkıda bulunan ve ortaklığı aranan uluslararası bir aktör haline geldiğini iddia ederek bugünlere düşe kalka ulaşan AKP, unutulmasın ki, tarihi bir vebal ve sorumluluk altındadır.

Değerli Milletvekilleri,

Parti olarak aylardır tartışmaların odağındayız.

Milliyetçi Hareket Partisi’ni alt etmek, tesirsiz ve edilgen hale getirmek için pis bir oyun sahnelenmektedir.

Milliyetçi-Ülkücü Hareket’in varlığından ürken ve rahatsız olan çevreler kullanacakları ve yönetecekleri işbirlikçi aktörleri çok çabuk bulmuşlardır.

Bunların fıtratı bozuk, fikri bulanıktır.

Bunlar her kılığa giren, her kaba sığan kurnazlıktadır.

Hep söyledim, yine söylüyorum; amaç MHP’yi marjinalleştirmek, bileğini bükmek, siyasetten ve Meclis’ten mümkünse tasfiye etmektir.

Bu nedenle bünyemize harici müdahaleler çoğalmıştır.

Nitekim oyun büyük ve ahlaksızdır.

Biz bu oyunu çok şükür zamanında gördük ve bozmak için yüreğimizi koyduk.

Biz bu oyunun figüranlarını tanıdık, taktıkları maskeleri yırtmak için geceyi gündüze kattık.

Pensilvanya’dan talimatlı mihraklar, MHP’ye yuvalanıp kontrol edeceklerini zannedecek kadar küçülmüş, ufalanmış, vicdanen dağılmışlardır.

Bu kutlu davaya paralel şırıngasını saplamak için kuyruğa girip, paradigma aşısı için sabırsızlananlara, bizde ne uzatılacak bir el, ne de açılacak bir kapı asla yoktur, bundan sonra da olmayacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi şehitlerimizin muazzez bir yadigarıdır, şirret hesaplarla önü kesilemeyecek, geleceği silinemeyecektir.

Milliyetçi Hareket Partisi ülkücü ömürlerin aziz bir hatırasıdır ve de ülkücülükten geçinen, ülkücü gibi etrafta gezinen karanlık emellere, karaborsacı ellere peşkeş çekilmeyecek, teslim edilmeyecektir.

Biz davamızı sokakta bulmadık, oyunlara aldanıp de hiçbir hasis ve haine devretmeyecek, asla da vermeyeceğiz.

Bildiğiniz gibi, partimizi içine alan hukuki süreçler sürekli farklılaşmakta, gün geçmiyor ki yeni durumlar ortaya çıkmaktadır.

24 Haziran’da, Ankara 3.Asliye Hukuk Mahkemesi, 19 Haziran’da yapılan korsan kurultayda alınan kararlar ve yapılan Tüzük değişiklikleriyle ilgili ihtiyati tedbir kararı vermiştir.

Böylelikle korsan kurultay tüm sonuçları itibariyle beklemeye alınmıştır.

Çoktan liberalliğe dümen kırmış bazı kalem sahipleriyle Erdoğan’ın yanından uzaklaştırılmış bir kısım cahil köşe yazarının, Ankara 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararını hazmedemediği görülmektedir.

Birisi kendi pejmürde haline yanmaz, MHP’nin hali diye yazı kaleme alır.

Birisi edepsizce, MHP’de yenilenme isteyenlerin üstüne masabaşı karalamalarla gidildiğini, mizansen manşetlerle saldırıldığını söyler.

Birisi elindeki kör hançeri ve kendi genetik hasarını saklayarak kasap bıçağı ile MHP’nin genlerine müdahale ediliyor, der.

Siyaset dışı ameliyat diyeni mi ararsınız, ali cengiz oyunu diyene mi bakarsınız.

Bunların alayı MHP’nin düşüşünü gözleyen, fakat hayatları boyunca buna şahit olamayacak kırık ve çürük kalem sahibi medya simsarlarıdır.

Bunlar gibilerinin bastığı yerde ot bitmez, olduğu yerde bereket kalmaz.

Yalan bunlarda, çarpıtma bunların mesleğidir.

Ne yaparlarsa yapsınlar, bu kutlu davayı yolundan döndüremeyecekler, oyuna getiremeyecekler, Türklüğün özlemini sindiremeyeceklerdir.

Dün de, Çankaya 4. İlçe Seçim Kurulu Başkanlığı; 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin tensip ve ek tedbir kararı karşısında, parti Tüzüğümüzün 63. Maddesinin 4. Fıkrasına aykırı olduğundan 10 Temmuz’da planladığımız 6.Olağanüstü Büyük Kurultayımızda seçim yapılamayacağına hükmetmiştir.

Kaldı ki bu hüküm, söz konusu mahkemenin kararı kesinleşesiye kadar sürecektir.

Buradan çıkardığımız sonuç şudur:

Hukuken 10 Temmuz’da Genel Başkan ve Genel Merkez Organlarının seçiminin gerçekleşmesi şu aşama ve tablo karşısında mümkün değildir.

Tüzük değişikliği konusunda ise, 3.Asliye Hukuk Mahkemesi’nin tedbir kararı bulunduğundan, bu çerçevede bir değişikliğe gitmek de usul ve esas açısından doğru ve yerinde görülemeyecektir.

Yargısal süreçler 10 Temmuz 2016’da yapmayı düşündüğümüz 6. Olağanüstü Büyük Kurultayımızı şimdilik imkânsız kılmaktadır.

Bundan sonra izlenecek yol haritamızı, Ankara 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararına karşı paralel kuryelerin YSK’ya yaptıkları itirazlar netleştikten sonra milletimizle ve aziz dava arkadaşlarımızla anında paylaşacağız.

Ne ilginçtir ki, kendilerini mutlu eden yargı kararlarını alkışlayan, hayal kırıklığı yaşamalarına yol açan yargı kararlarını çekinmeden eleştirenlerin traji komik hallerini herkes görmektedir.

MHP üzerinde oynanan oyunlara muhalif adı altında payandalık yapan bir avuç kendini bilmezin sosyal medya üzerinden estirdiği iftira yağmurunu ve yüzsüz ithamlarını da esefle takip edip not alıyoruz.

İkircikli ve tutarsızlığın esiri olan bu şahısların bize akıl vermeye kalkışması, birliğimize ve dirliğimize musallat olma iştahları beyhude bir çırpınıştır.

Bunlar için, kurulan oyun tezgâhında kıvrana kıvrana azap duymak, sonra da pişmanlıklar içinde uzun bir dinlenme safhasına geçmek kaçınılmaz bir akıbettir.

Onlar tamamen serbest kalıp süresiz dinlenmeye çekilirken; bizim işimiz vardır, yapacaklarımız çoktur, her dava arkadaşım milletiyle buluşacak, görüşecek, anlaşacak ve kaynaşacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi Allah’ın izniyle iktidar mücadelesine tüm gücüyle asılacak, hedeflerine ulaşacak, her oyunu da bozacaktır.

Bilmeyen varsa söyleyeyim, engel tanımayız, müfterileri takmayız, yılmayız, yıkılmayız, yenilmeyiz, Türklüğün ve Türkiye’nin hizmetinden bir an olsun vazgeçmeyiz.

Bu hafta idrak edeceğimiz Kadir Gecemizi, haftaya karşılayacağımızı Ramazan Bayramımızı bugünden tebrik ediyor, Cenab-ı Allah’tan nice Ramazanlara hep beraber ulaşmayı niyaz ediyorum.

Sözlerime son verirken sizleri bir kez daha saygılarımla selamlıyorum.

Sağ olun, var olun.

Anahtar Kelimeler
YORUMLAR
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Ayrıca suç teşkil edecek hakaret içerikli yorumlar hakkında muhatapları tarafından dava açılabilmektedir.
Henüz yorum yapılmamış ilk yorum yapan siz olun...
2
Sağ 300x250 Reklam
YAZARLAR