Birileri İslam Medeniyetine Ortaçağ Yaşatmak İstiyor
“İslam coğrafyasında ateşler yükselirken Diyanet’in sadece cami hizmetleriyle uğraşması beklenemez. Öncelikle ateşi söndürmek gerekir…”
15.01.2016 09:20:45
Bu haber
688 kez okundu
GÖRMEZ’DEN TRT’YE ÖNEMLİ AÇIKLAMALAR
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, TRT Haber, TRT Diyanet ve TRT Avaz’ın ortak yayınla ekranlara getirdiği ‘Gündem Özel’ programına konuk oldu.
İslam coğrafyasında yaşananlardan, Türkiye’deki terör meselesine, cem evlerinden son günlerde bazı medya organlarında yer alan asılsız fetvaya ilişkin açıklamalarda bulunan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, sözlerine Sultanahmet’te meydana gelen terör saldırısını kınayarak başladı.
Gerek Türkiye’de gerekse İslam coğrafyasında yaşanan acı hadiseler varken Diyanet olarak sadece cami hizmetleriyle uğraşmanın doğru olmadığını, bölgede yanan ateşi söndürmenin yapılması gereken ilk iş olduğunu vurgulayan Başkan Görmez’in açıklamalarından önemli satır başları şöyle;
“Birileri İslam medeniyetine Ortaçağ yaşatmak istiyor…”
İnsanlık, Müslümanlık ve ülke olarak belki de tarihin en zor dönemeçlerinden geçiyoruz. İslam dini açısından bakıldığında, İslam dini ve İslam medeniyeti bir tehdit altındadır. Bu dinin mensubu çocukların birbirlerini tekbir getirerek katlettiği, İslam coğrafyasının her başkentinden ateşlerin yükseldiği, mezheplerin dinin önüne geçtiği, son üç günde İslam coğrafyasında terör hadiselerinde 200’ü aşkın masum insanın hayatını kaybettiği bir zamanda ben İslam medeniyetinin, İslam dininin bir tehdit altında olduğunu düşünüyorum. Birileri İslam medeniyetine bir Ortaçağ yaşatmak istiyor. Bizim medeniyetimizde bir Ortaçağ yoktu, bizim medeniyetimizde Yüzyıl mezhep savaşları yoktu. Bizim medeniyetimizde, başka dünyalarda Ortaçağ yaşanırken çok daha aydınlık bir dünya vardı.
İslam coğrafyasında yaşananlar…
“İslam coğrafyasında ateşler yükselirken Diyanet’in sadece cami hizmetleriyle uğraşması beklenemez. Öncelikle ateşi söndürmek gerekir…”
Coğrafyada bütün bunlar yaşanırken ülke olarak da Güneydoğu’da bu vatanın kendi çocukları kendi kazdıkları çukurlarda kendi geleceklerini yok etmeye çalışıyorlar. Bir taraftan çok büyük acılar yaşanıyor bir taraftan da İstanbul’un kalbinde Türkiye’nin misafirlerine yönelik hunharca bir katliam teşebbüsü yaşanıyor. Bu olaylar olurken Diyanet olarak bizim oturup sadece cami hizmetleriyle uğraşmamız mümkün olmuyor. Elbette öncelikle bu ateşi söndürmek gerekiyor. Sadece söylemlerle değil, eylemlerle de bunu ortaya koymak gerekiyor. Bizim fıkıh geleneğimizde şöyle bir tartışma yapılır; ‘Bir insan Allah’ın huzurunda Rahman’a secde ederken, huşu ile ibadet ederken gözlerinin önünde bir çocuk ateşe doğru gidiyorsa, hayatının baharında bir genç bir kuyuya düşecekse, bir ağma bir yardan düşecekse bu insanın namaza devam etmesi ibadet olmaz Allah’a isyan olur. Anında o ibadeti kesip o çocuğu o ateşten koruması, o görme engelli kardeşini o yardan kurtarması gerekir. Biz ibadetlerimizi de yapmalıyız ama bir taraftan hep birlikte coğrafyamızı kuşatan, ülkemizi kuşatan o ateşi nasıl söndürebiliriz? Bütün bu yanlış anlayışların nereden kaynaklandı? Son 20-30-50 yıllarda biz neleri gözden kaçırdık? Ne tür nesiller yetişti? Ne tür İslam anlayışları bu şiddetin gölgesinde Şam’da, Bağdat’ta, Kahire’de, Afrika’da ortaya çıktı? Bunun üzerinde durmamız lazım. Camilerimizde, verdiğimiz hutbelerde, yaptığımız konuşmalarda daima bu ateşi söndürecek sözler söylememiz gerekiyor. Daima barışa, itidale, sağduyuya çağrılarda bulunmamız gerekiyor. Sözle yetinmeyip ayrıca aktif olarak bu yönde görev almak, çaba göstermek hem insanlığımızın hem de Müslümanlığımızın bize en büyük emridir.
DAİŞ Meselesi…
“DAİŞ ideolojisi bir kaos teolojisidir…”
Batılıların ise, şu kolaycılığa kaçtığını görüyorum. Bütün bunların İslam’dan, dinden kaynaklandığı… Hâlbuki bilimin, aklın yolu şunu gerektirir; Bilimsel olarak siyasi, sosyal, ekonomik ve psikolojik sebeplerin üzerinde durulmalıdır. Bütün bunların bir sonuç olduğunu düşünüyorum. DAİŞ ideolojisine ‘Kaos Teolojisi’ adını veriyorum. Bu bizim tarihimizde üç defa ortaya çıktı. İlk olarak Hz Osman’ın katlinden sonraki fitne dönemlerinde bir kaos teolojisi ortaya çıktı. Ve o hariciyeyi üretti. Haçlı seferleriyle Moğol istilasının birlikte Anadolu’yu, İslam coğrafyasını kuşattığı zamanlardan sonra bir kez daha bir kaos teolojisi ortaya çıktı. Her şeyi reddeden ‘Sadece Kitap ve Sünnet’ diyen, medeniyeti ve geleneği tamamen reddeden ama oraya müracaat ettiğinde de başka başka anlayışları üreten bir teoloji ortaya çıktı.
“DAİŞ’in dini metinleri akıldan uzak yorumlarla kendi ideolojilerine indirgemesi, üç grup genci kendisine çekiyor…”
Şimdi yeni bir kaos teolojisi ortaya çıkıyor. Bunu görmemiz gerekiyor. Peki bu neden çıkıyor? Bunun pek çok sebepleri var. Özellikle İslam anlayışından kaynaklanan en büyük sebebi, bir metodolojiye dayanmadan metin merkezli bir din anlayışı, metinleri de pragmatist faydacı bir anlayışla akıldan uzak kanun metinlerine indirgeyerek, yaratıcının gayesinin göz ardı edilmesi. Yorum ve içselleştirme belki bir aşamadır. Ama ona varmadan önce bizatihi onu kendi ideolojisine indirgeyerek anlamaya kalkışmaları üç grup gencin bunların çağrılarına sempatiyle bakmaya başladığını görüyoruz. Birinci grup, şiddetin gölgesinde yetişen her türlü vahşete şahit olmuş, Irak’ta 1,5 milyon insanın katline şahit olmuş, Suriye’de 500 bin insanın katline şahit olmuş, hapishanelerde her türlü işkenceden geçmiş insanlar… İkinci grup, ‘sömürge muhacirleri’ olarak adlandırdığımız Batı’ya göçen ama orada ciddi bir kimlik bunalımı yaşayan, varoşlarda, gettolarda kendi kimliklerinin aşağılandığını hisseden intikam duygusuyla dolan gençler. Üçüncüsü de, sonradan Müslüman olmuş, yeni ihtida etmiş ve kısa sürede eski açıklarını kapatmaya çalışan bazı insanların da buraya ilgi duyduklarını görüyoruz. Batı’da sonradan Müslüman olmuş olanların büyük bir kısmı bizatihi bu çizgiye sahip olan insanlardan dini öğrendiler. Anadolu’da birlikte inşa ettiğimiz, bir taraftan İslam’ın ana yolunu ve ehlibeyt muhabbetini içine alan bir taraftan akıl ve hikmet yöntemini içine alan bir taraftan da irfan geleneğini, gönül felsefesini içine alan o anlayıştan uzak, tarihte medeniyetler üreten İslam anlayışının metodolojisini reddeden, tasavvufa ‘şirk’ diyen, akla hikmete karşı çıkan, sadece metinlere yönelen o metinlerden de her istediğini çıkarmaya çalışan bazı insanlardan öğrendiler. Sonradan ihtida etmiş pek çok genç Müslümanın aynı şekilde bu terör şebekesine kapılarak onların anlayışlarına kapılarak geldiğini görüyoruz.
“İmam Hatip müfredatından geçmiş, İlahiyat fakültelerinden mezun olmuş yahut Diyanet’in Kur’an kurslarından geçen hiç kimse DAİŞ’e katılmamıştır…”
Bir kişinin bile bu ülkeden giderek bu gruplara katılmasını biz çok görürüz ama Türkiye’den gidenlerin sayısının az olmasını, tarihte inşa ettiğimiz o din anlayışına ve akılla vahyi birleştiren, gönülle aklı birleştiren, dünya ile ahreti birleştiren o kapsamlı din anlayışımıza bağlıyorum. Türkiye’de İlahiyat fakültelerinin, imam hatip liselerinin ve Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı bu anlamda son derece önemlidir. Nitekim katılanlar arasında bir tane bile imam hatip müfredatından geçmiş, İlahiyat fakültesini okumuş yahut bizim Kur’an kurslarımızdan geçen herhangi birisinin bunların çağrılarına asla itibar etmemiş olmasının önemli olduğunu, başka ülkelerin de dikkatini çektiğini ifade etmek istiyorum.
“Diyanet, hem küresel ölçekte hem de yurt çapında DAİŞ ile mücadele ediyor…”
Diyanet İşleri Başkanlığının bu konuda çalışmalarını üçe ayırabilirim. Birisi küresel ölçekte yaptığımız çalışmalar. Din İşleri Yüksek Kurulumuz çok iyi bir çalışma yaparak bütün sebepleri irdeleyerek, özellikle kendi alanımızda kalarak, hangi din anlayışları insanları bu şiddete götürüyor? Hangi ayetler istismar ediliyor? Hz. Peygamberin hangi hadisleri bunlara bir meşruiyet kazandırıyor? Yahut kendi meşruiyetlerini hangi hadislere dayandırıyorlar? Bunu bu topluma nasıl anlatmamız gerekir? Bunun üzerinde önce bir rapor yayınlandı. Şimdi çok daha mufassal, bir buçuk ay çalışılmış çok önemli bir çalışmayı neticelendirmiş bulunuyoruz. Bu çalışmayı da kamuoyu ile paylaşmayı düşünüyoruz. Kendi yaptığımız hizmetler açısından da cami içindeki dilimizi, Kur’an kurslarımızdaki müfredatı bu açıdan gözden geçirdik. Ailelere giderek onlarla konuşarak başka gençlerin de aynı yanlışlara düşmemesi için bir çaba içerisindeyiz.
“En kötü cehalet eğitimle verilen cehalettir. Bu din eğitimi de olsa…”
Şeriat fakültesinde 4 yıl eğitim almış, doktora yapmış, master yapmış, Kur’an öğrenmiş, hadis öğrenmiş, Hazreti Peygamber’in hayatını okumuş gençler nasıl bu cinayetleri işlediler? Boko Haram’ın içerisinde bu işleri yapan kaç kişi İslam dünyasında muhtelif yerlerde Şeriat fakültelerini bitirdi. Yahut Şebab örgütünün başındaki 3 kişi hangi Şeriat fakültesinden mezun oldu? Ben buna ‘öğretilmiş cehalet’ diyorum. En kötü cehalet, öğretilmiş cehalettir. En kötü cehalet eğitimle verilen cehalettir. Bu din eğitimi de olsa. Kabir ziyaretini gerçekleştiren bir Müslümana ‘bu kuburidir. Kabre tapıyor’ diye tekfir eden düşüncenin üniversitelerde okutulmasının bize maliyetini hesaplamayacak mıyız? Afrika’nın 3’te 2’sini Müslümanlaştıran tasavvuf geleneğimizi, irfan geleneğimizi tekfir eden düşüncenin bu ümmete maliyetini hesaplamayacak mıyız? Siz bu şeriat fakültelerinin müfredatını gözden geçirmeyi düşünmüyor musunuz? Bunu ben hem İran’da seslendirdim hem de Suudi Arabistan’da. Dünyanın muhtelif yerlerine gittiğimde de hep bunun üzerine vurgu yapmaya çalışıyorum.
“Bütün Müslüman coğrafyasının bir hasar tespiti yapması gerekir…”
Bütün Müslüman coğrafyasında önce bir hasar tespiti yaparak son 50-60-70 yılda, istibdat dönemlerinde, şiddetin gölgesinde nasıl bir din eğitimi verdik ve bu din eğitimden nasıl insanlar çıktı? Bunun bir tespitini yapmamız lazım. Mevcut verdiğimiz eğitimin gençlerimize ne verdiğini ne ürettiğini tespit etmemiz lazım ve yeniden hep birlikte müfredatımız gözden geçirmemiz lazım. Bu açıdan Türkiye tecrübesi hakikaten çok önem arz ediyor. İmam Hatip müfredatımızda sabahleyin bir çocuğun Kur’an-ı Kerim dersiyle başlayıp bir saat sonra kendisini kimya laboratuarında bulmasının ne büyük bir nimet olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. İlahiyat Fakültesinde felsefe, sosyoloji, psikoloji eğitimi, eğitim bilimleri, sosyal bilimlerle dini bilimlerin, Allah’ın Kur’an-ı Kerim’deki ayetleriyle, kâinattaki ayetleri birlikte vermenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördük. Kendimizi koruyacak kadar bir müktesebatımız var ama bizim bütün bu coğrafyayı da koruyacak bir müktesebatı harekete geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
“Eğitimin ‘Dini ilimler ve diğer ilimler’ diye bölünmesi zihnin bölünmesidir…”
Eğitimin parçalanması, bölünmesi yani bilginin bölünmesi İslam tarihinde zihnin bölünmesidir aynı zamanda. İlmin ‘dini ilimler ve diğer ilimler’ diye tasnif edilmesi ilmin dini ilimlere indirgenmesi, tefsir, hadis, fıkha indirgenmesi İslam’a ait bir tasnif değildir. Müslümanlar bu yanlışı yaptı. Tefsir ne kadar dini bir ilim ise, Matematik o kadar dini bir ilimdir. Fizik ne kadar dini bir ilimse, hadis o kadar dini bir ilimdir. Bunun ayrılması, dinle dünyanın ayrılması, akılla kalbin ayrılması, dünya ile ahretin ayrılması demektir. Hükümle hikmet aynı kökten gelen iki kavramdır şeriat fakültelerindeki eğitim hüküm kavramı üzerine bina edilir. Her şeyden hüküm çıkartmaya çalışılır. Biz de daha çok hikmet üzerinde durulur. Çünkü hikmet nasıl ve niçin sorularını getirir. Nasıl ve niçin soruları olmadan sadece ayetten hüküm çıkartan bir din anlayışının bize maliyetini bizim bütün coğrafyada açıkça görüyoruz doğrusu.
İran ve Suudi Arabistan ziyaretleri…
“Diyanet olarak üç ziyaret planladık, Irak, İran ve Suudi Arabistan…”
Diyanet olarak çabamızı, İbrahim’in ateşini söndürmeye giden karınca misali bir çaba olarak görüyoruz. Biz, DAİŞ terör örgütü her tarafı yakıp yıkmaya başladıktan sonra, önce İstanbul’da, Dünya İslam Bilginleri Barış İtidal ve Sağduyu İnisiyatifini topladık. Sonra o inisiyatif on kişilik bir temas grubu oluşturdu. Daimi Barış Temas Grubu. Bu temas grubuyla ziyaretleri planlamıştık. Fakat dünya öyle bir noktaya geldi ki, temas grubunun Şii ve Sünni elemanlarını dahi yan yana getirmekte zorluk çekmeye başladık. Türkiye’den yanımıza heyet alarak üç ziyaret planladık. İlk ziyaretimiz Necef’e olacaktı. Oradan Kerbela’ya olacaktı ve Bağdat olacaktı. Tarih boyunca Bağdat’ta yaşayan bütün dini azınlıkları bir araya getirecektik. Beraber çalışma yapacaktık. Irak krizinden sonra bunu ertelemek durumunda kaldık. İran’a ziyarette ise zaten ‘Vahdet Haftası’ adını verdikleri haftada İslam dünyasından bine aşkın İslam aliminin Şiisiyle Sünnisiyle katıldığı bir toplantıydı. O toplantının açılışını ben ‘çığlık’ olarak adlandırıyorum. Her tarafı ateş sardı. Çocuklar, kadınlar ölüyor. Masum insanlar yerinden yurdundan oluyor. Siz de oturmuş mezheplerinizi dinin önüne geçirerek ihtilaf ediyorsunuz bu yakışıyor mu? Bunu söylemek gerekiyordu. Bir insan olarak, vicdan sahibi bir insan olarak bunu söylemem gerekiyordu.
“Hiç bir strateji kanı durdurmaktan daha büyük olamaz…”
Hiç bir strateji kanı durdurmaktan daha büyük olamaz. Her ülkenin kendi çıkar stratejilerini her şeyin önüne çıkarmaya başladığını kastettim. Eskiden şöyle bir slogan kullanılırdı, ‘Ne Şii ne Sünni İslam ümmeti’ ‘Bu yanlıştır’ dedim. Hem Şii olsun hem Sünni olsun ama ehli beyt muhhabetinden bir mezhep sultası oluşturmayalım. Bizim ortak değerlerimiz olsun bu. Bunu orada seslendirdim. Çok önemli görüşmelerim oldu. Hem Tahran’da hem de Kum’da. Ayetullahlarla, bilim adamlarıyla. ‘Ey Şiilerin Ayetullahları, ey Sünnileri alimleri’ diye başlayan bir çığlık mesafesindeki çağrıydı doğrusu. Dini lider sayın Hamaney ile de görüşmemde konuşmamın dinlendiğini, değerlendirmelerin yapıldığını görmekten mutlu oldum. İran’dan döndükten hemen sonra bu ziyaretin parçası olarak Suudi Arabistan’a ziyaretim oldu. İlim adamlarıyla konuşarak İran’da ‘Teşeyyu’ Arabistan’da ‘Tesellüf’ kavramı üzerinde durdum. Teşeyyu, başka Sünnileri Şiileştirme çabasıdır. Tesellüf başka Müslümanları Selefileştirme çabasıdır. Bu üzerinde durmamız gereken, sadece dini kurumların değil Cumhurbaşkanları, İslam İşbirliği Teşkilatı seviyesinde üzerinde durulması gereken, geleceğimizi ipotekten kurtaracak önemli bir çalışma olduğunu düşünüyorum.
Alevilik Meselesi…
“Tarihte yaşadığımız hiç bir acıyı bu asra taşımamalıyız…”
Ehlisünnet anlayışı anti Şii değil, anti Alevi değil, anti bir şey değil, bu anlayış üç geleneği yanına alıyor. Birisi irfan geleneğini yanına alıyor. Yani tasavvuf geleneğini yani gönül felsefesini yanına alıyor. Birisi ehli beyt muhabbetini içine alıyor. Bizde hiçbir Şii ülkede olmayacak kadar muhteşem bir ehli beyt muhabbeti vardır. Bizim ehli beyt muhabbetimiz sadece Kerbela’dan ibaret değildir. Kerbela hüznü de bizim ortak hüznümüzdür aynı şekilde. Hep birlikte bu ülkede hangi inançta olursak olalım bunu pekiştirmemiz lazım. Alevi vatandaşlarımız bizim için son derece önemli. Biz tarihte yaşadığımız hiç bir acıyı bu asra taşımamalıyız. Aramızda en küçük bir ayrımcılık çağrıştıracak bir kelime, bir cümle dahi bu ülkede olmamalı. Biz ehli beyt muhabbetini ehlisünnetin içerisine koyarken alevi vatandaşlarımızın yardımıyla yaptık. Biz irfan geleneğini, tasavvuf geleneğini, ehlisünnet anlayışının içerisine koyarken Bektaşilikten yardım aldık. Bu konu üzerinde hiç ihtilafa medar olacak, aramızda kırgınlığa yol açacak, birbirimize ayrı gayrı bakacak her şeyin ortadan kalkması gerektiğini her fırsatta ifade etmeye çalışıyorum.
“Diyanet olarak Alevilik konusunda ‘öteki’ kavramını tanımadık…”
Diyanet olarak Alevilik konusunda ‘öteki’ kavramını tanımadık. Mümkün olduğu kadar Alevilikle ilgili çok ciddi bir muhasebe yaptık. Ayrımcı olmayan, ayırıcı olmayan, daha kuşatıcı, daha kucaklayıcı ortak bir dili birlikte nasıl inşa edebiliriz? Diye üzerinde çok çalıştık. Alevi vatandaşlarımızın yaşadığı bütün illerdeki imamlarımız eğitimden geçti. Caminin içinde, dışında, hutbede, vaazda sanki bütün Alevi vatandaşlarımız mihrabın karşısında duruyormuşçasına bir dil inşa etmeye çalıştık ve onu kullanmaları gerektiği üzerinde durduk. Referans kaybını gördük. Referans kaybını ortadan kaldırmak için Alevi-Bektaşi klasiklerini yayınladık. Ben göreve başladığım ilk 3 ay içerisinde ziyaret ettiğim yerlerden bir tanesi bir cem evi oldu. Ben oraya vardığımda da Türkiye’deki bütün medya organları oradaydı ve ben hakikaten mahcup oldum. Yani sıradan olması gereken bir şeyin neden bu kadar abartıldığını ifade ettim. Bir cümlelik bir açıklamam oldu. ‘Ben buraya canlarla lokma yemeye geldim’ dedim. Bunun ne anlama geldiğini bütün canlar bilirler. Daha sonra ‘evlere işaret konuluyor’ denildi. ‘Ben cübbemle, sarığımla gider; o evlerin önünde nöbet beklerim’ derim. Daima yapıcı bir dili inşa etmek için çalıştım. Başkanlık olarak da en ücra köşedeki imama ve müftüye kadar da bu dilin artık yerleştiğini kurumsallaştığını büyük bir iftiharla ifade edebilirim.
“Alevilik meselesini teolojik bir zeminde tartışarak bir neticeye varamayız…”
Ben ‘biz dini statü veremeyiz’ demişim. Birinci cümlem bu. Statüyü ancak bu yolun bizatihi sahipleri belirleyebilir. Alevilik meselesini teolojik bir tartışma zeminine çekmeden. Çünkü teolojik zeminde anlaşmak mümkün olmaz. Alevilik meselesini teolojik bir zeminde tartışarak bir neticeye varamayız. Sadece sosyal hukuki zeminde ve özgürlükler çerçevesinde konunun ele alınması gerektiğini hep ifade etmişimdir. Bizim daima iki kırmızı çizgimiz olmuştur. Bir tanesi, Aleviliğin İslam’ın dışında bir yol olarak tarif edilmesi. Diyanet İşleri Başkanı olarak söylediğim bu sözüm Avrupa’nın çeşitli mahfillerinde Alevilik mühendisliğiyle uğraşanlaradır. Bu çalışmalardan biz haberdarız. Kaç tane enstitü kuruldu. Bu enstitülerde nasıl bir teslis akidesiyle Alevilik arasında bir doktrin inşa ediliyor. Bunu biliyorum ben. Bunu bilerek söylüyorum. Bu ifade sadece benim ifadem değil, Bu ülkede ‘Hak Muhammed Ali’ diyen herkesin kırmızı çizgisidir. Herhangi bir canın herhangi bir alevi vatandaşımızın benim bu cümlemden neden rahatsız olduğunu gerçekten anlamış değilim. Alevilik İslam dışında bir şey değildir. Bin yıllık bir tarih var, bunu yok sayamayız.
“Alevi kardeşlerimizin kendi geleneklerini, inançlarını, kültürlerini özgürce yaşamaları, İslam’ın ve hukukun verdiği bir haktır…”
İkincisi de cem evlerinin caminin alternatifi, İslam’dan başka bir inancın mabedi olarak gösterilmesidir. İslam’ın dışında başka bir inancın mabedidir diyen var mı? Hiç birisi demiyor. Alevi ocaklarının talepleri doğrultusunda özgürce, kendi geleneklerini, kendi inançlarını, kendi kültürlerini yaşamaları, İslam’ın ve hukukun alevi vatandaşlarımıza verdiği bir hak olduğunu düşünüyorum.
“Bir Alevi hanımefendi ile evliliğin caiz olmadığı fetvasını Diyanet’e isnat etmek iftiradır…”
Alevilik meselesiyle ilgili bir yalan daha isnat edildi. O da bir alevi hanımefendi ile evliliğin Diyanet tarafından caiz olmadığını söyleyen bir fetva isnat edildi. Öncelikle bunun tamamıyla yalan olduğunu, iftira olduğunu söylemek istiyorum. Diyanet İşleri Başkanlığının böyle bir fetvası olamaz. Yine aynı şekilde bazıları bu ikisini birleştirerek alevi vatandaşlarımızın o hassasiyetlerine dokunarak Diyanet üzerinden, başka bir şey yapmak istiyorlar. Ben buradan bütün alevi vatandaşlarımıza, bütün canları hassaten istirham ediyorum. Bir kardeşleri olarak, bir Diyanet İşleri Başkanı olarak, lütfen bu yalan haberler üzerinden böyle değerlendirmelerde bulunmayınız. Bunlar bize ait değildir. Açıkça ifade ediyorum.
Fetva Konusu…
“Fetva haberi, İslamofobik nefret içeren gayri ahlaki bir haber mühendisliğidir…”
Hem ülkemizde yaşanan acılar, hem İslam coğrafyasında yaşanan acılar ve bütün bunların merkezin de yanlış bir İslam anlayışı Diyanet’in önemini ortaya çıkarıyor. Bütün bunlardan dolayı bir itibarsızlaştırma propagandası olarak başlıyorsa bu DAİŞ’e de diğer terör şebekelerine de yardımcı olmak için düşünülmüş olur. Bunu kabullenmek mümkün değildir. Diyanet’e tarihinde çok ağır hakaretler, ağır iftiralar yapıldı. Ama Diyanet İşleri Başkanlığına bu seviyede bir yıpratma, bir itibarsızlaştırma hiç olmadı. Bir iftiradır bu. Bizi bütün babalarımıza, bütün kızlarımıza, bütün annelerimize, bütün ailemize mahcup etmeyi hedefleyen bir iftiradır bu. Türkiye’nin en ücra köşesinde bu toplumun düğününde, cenazesinde, sevincinde, üzüntüsünde onlarla beraber olan her hocamızın, her din gönüllüsünün nasıl bir üzüntü duyduğunu ben size anlatamam. Soruşturmayı başlattık. TİB görevlilerini göreve davet ettim. Bu bir haber değildir. Bu İslamofobik nefret içeren gayri ahlaki bir haber mühendisliğidir. Öncelikle bunun altını çiziyorum.
“Fetva haberi, bu milletin sadakasıyla kurulan bir haber ajansı tarafından farklı dillere çevrilip başka dünyalara servis edildi…”
Benim toplum huzurunda telaffuz etmekten haya ettiğim bu haber, yüz binlerce yerde yer aldı ve yanında benim sarıklı cübbeli resmim yerleştirildi. Ben buna üzülmedim. Ama bu haber İngilizceye çevrildi. Vatikan’ın yanı başında İtalya’nın en büyük gazetesine manşet yapıldı. Bu haber bizatihi bu topraklarda bu milletin sadakasıyla kurulan bir haber ajansı tarafından Arapçaya çevrildi ve Arap dünyasına servisi yapıldı. ‘Diyanet aile içine şunu şunu caiz görüyor’ başlığı kullanıldı ve haberleştirildi. Ben buradan bütün halkımıza şunu sormak istiyorum. Beni üzen şahsımla ilgili şeyler değil. Beni iki şey üzdü. Birincisi, ben aklını ve ahlakını yitirmemiş hiçbir insanın söyleyemeyeceği bir cümleyi hiçbir vatandaşımızın Diyanet’e isnat edeceğine ihtimal vermedim. Hiç kimse ‘İslam dini aile içinde şunu caiz görüyor’ demez. Buna çok üzüldüm. On vatandaşımız da olsa bin vatandaşımız da olsa bu haber mühendisliğinin peşine düşüp, sosyal medyanın birinci konusu haline getirmesinden büyük bir azap duydum.
“Bu haberin hedefi, yeryüzüne rahmeti getiren, aile hayatına izzeti, iffeti, hayâyı, nezaketi, nezaheti getiren İslam’ın kendisine olmuştur…”
İkinci üzüntüm, bu haberin hedefi keşke ben olsaydım. Keşke Diyanet olsaydı. Bu haberin hedefi yeryüzüne rahmeti getiren, aile hayatına izzeti, iffeti, hayâyı, nezaketi, nezaheti getiren İslam’ın kendisine olmuştur. Hiç bir İslamofobik içerisinde olan hiçbir müfteri tarih içerisinde İslam dinine, İslam geleneğine, fıkıh geleneğine böyle bir iftira atmadı.
“Bizim cevabımız, ‘Bu patolojik bir sapkınlıktır. Bunun müşahede atına alınıp hukuka da bildirilmesi gerekir…”
Din İşleri Yüksek Kurulu, 16 bilim adamından oluşuyor. Bunun 10 tanesi ilahiyat fakültelerinde Profesör ve Dekan. Her biri kendi alanında uzmanlaşmış kitapları ile makaleleri ile dünyaya yayınlar yapmış ilim adamlarından oluşuyor. Bir defa bütün gazetelerde Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetvası olarak geçti bu doğru değil. Din İşleri Yüksek Kurulunun uzmanları var. Bu uzmanların hepsi ilahiyat alanında uzman isimler. Yıllardır, bu sorulara cevap vermişlerdir. İllerde de Müftülüklerimize sorulabiliyor. Müftülüklerimize ‘Alo Fetva Hattı’ ile sorabiliyorlardı. Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanlarına üç teşhir soru geliyor. Mektup ile geliyor, e-mail yolu ile geliyor, telefon yolu ile geliyor. Daha çok e-mail yolu ile gelenlere cevap veriliyor. Biz bu sistemi kapattık. Kapattıktan sonra araştırmalarımızı yaptık. Birkaç gündür onun üzerinde çalışıyoruz. Verdiğimiz bin 700 cevabı bizzat kendim okudum. ‘Bu konuda vatandaş bize bir soru sormuş mu’ diye sorduk sisteme. Mail yoluyla sorulmuş. Biz demişiz ki standart cevabımızda, ‘Bu patolojik bir sapkınlıktır. Bunun müşahede atına alınması lazım. Doktora işaret etmişiz. Tabi azabı da göstererek, günah olduğunu da ifade ederek, Allah’ın yasaklarını da bildirerek. Din İşleri Yüksek Kurulu bu konuda tecrübelidir. Hukuku ilgilendiriyorsa bir konu sadece fetvayı vermez hukuku da gösterir. Burada da tıbbı gösteriyor. Psikoloji ve psikiyatriyi gösteriyor ve arkasından diyor ki, ‘Yetkililerin bundan haberdar olması lazım. Bunun hukuka da bildirilmesi lazım. Çünkü bu aynı zamanda bir suçtur’ Biz böyle demişiz. Uzmanların hükmü inşa ederken istifade ettiği tarihteki bilgi notları var. O bilgi notları içerisinden iki tane Arapça alıntının ve o Arapça alıntıların yanlış Türkçe tercümelerinin sadece bir yerde cevabın içerisine dercedildiğini görüyoruz. Bu teknik bir hata mıdır? Bu bir zuhul mudur? Bu bir kasıt mıdır? Bunu bütün güvenlik birimleri araştırdılar. Biz ilgili arkadaşları, ihmali olan arkadaşları soruşturmanın selameti açısından açığa aldık.
“Asılsız haber, Türkiye’de her ailenin huzurunu kaçırabiliyor…”
Kaldı ki bu ifadelerden de bütün dünyaya duyurulan o başlık çıkmaz. Bu sadece haram kelimesinin manasını bilmemekten kaynaklanan bir cehalettir. Yani böyle bir kötü iş yapıldığında bu işi yapan insanın kendi eşi ile olan nikahı sorulmuştur. Bu nikahın düşüp düşmeyeceği ifade edilmiştir. Farklı mezheplerin orada görüşleri ifade edilmiştir. ‘Haramlık oluşturmaz’ ifadesi yani nikah düşmez anlamında kullanılmıştır. Bu teknik bir tabirdir. Bu teknik tabirleri bilmeyen cehalet içerisinde olan bir gazetecimiz bir muhabir bakın nelere mal oluyor. Türkiye’de her ailenin huzurunu kaçırıyor, her anneye, her aileye, her babaya, her kızımıza bakmaktan bizi imtina ettiriyor. Bunun bir defa hukukçular tarafından ele alınması gerekiyor.
“Hedefe İslam dininin konulmasını şiddetle kınıyorum…”
Diyanet İşleri Başkanlığını bu millet yerde bulmadı. Dinimiz canımızdan azizdir. Anlaşılıyor ki önceden organizasyona başlanmış. Kadın derneklerimiz haberdar edilmiş. Pek çok çalışma yapılmış üzerinde ve haber yapılır yapılmaz yarım saat içinde on binleri bulan tweetlerle sosyal medyada birinci gündem maddesi haline getirildi. Peki asgari gazetecilik ahlakı bunu Diyanet İşleri Başkanlığı’na sormayı gerektirmez mi? Yahut eğer haram kelimesinin farklı manalarını bilmeyecek kadar bir cehalet varsa bir bilene sorması gerekmez mi? Ama bunları yok sayarak doğrudan hedefe İslam dininin konulmasını şiddet ile kınıyorum. Biz tarihte yazılmış, tarihteki sorunları çözen fıkıh kitaplarını tercüme ederek bugünün sorularına cevap verebilir miyiz?’ Biz tarihte, tarihteki insanların sorunlarını çözen kitapları tercüme ederek bugünün gençlerini tatmin edecek bilgiler verebilir miyiz? Aslında bunu konuşmalıyız.
“Diyanet’e sorulan sorular ve alınan bilgilerle nice insanlar intiharın eşiğinden dönüyor, nice aileler dağılmaktan kurtuluyor…”
Daha önce bir televizyon programında da söyledim. Dedim ki, ‘gazeteci dostlarımız kendilerini vatandaş yerine koyarak sorular soruyorlar. Aldıkları cevapları saptırıp haber yapıyorlar. Lütfen bunu yapmasınlar. Bunu yaptıkları takdirde biz bu hatları kapatmak zorunda kalacağız’ Oysa günde 60 bin ile 100 bin arasında vatandaşımız soru soruyor. İntiharın eşiğine gelmiş nice insanlar bu telefondan dolayı intihardan kurtuluyor. Dağılmak üzere olan nice aileler böyle bir telefonla, aldıkları bilgiden dolayı dağılmaktan kurtuluyor. ‘Bizi bu iyiliği yapmaktan alıkoymayın, hepinizden istirham ediyorum’ dedim.
“Diyanet İşleri Başkanlığı istihza edilecek bir kurum değildir…”
Gezi olayları oluyor, Türkiye’de büyük infialler var. Bir gazeteci Diyanet’ i arayıp şunu sorabiliyor: ‘Hocam ben oruçluyum. Biber gazı yuttum, orucum bozulur mu?’ diyor. O da ‘bozulmaz’ diyor. Ertesi gün 5 gazetemizin manşetinde ‘Diyanet’ten biber gazı fetvası’ diye manşet atılabiliyor. 17-25 Aralık olmuş. Diyanet’e sorular yöneltiliyor. Diyanet de diyor ki: ‘Hukuki bir süreç başlamıştır, bizim hırsızlıkla, yolsuzlukla ilgili vereceğimiz cevaplar zaten bellidir. Bütün kitaplarda bu açıktır, bunu ayrıca sormanıza gerek yok’ diyor. Bir başka gazeteci dostumuz bu sefer şöyle bir soru yöneltiyor: ‘Hocam lades haram mıdır?’ diyor. Burada ki hoca da ‘bahis var mı?’ diyor. ‘Haksız kazanç var mı?’ diyor. ‘Var’ diyor. ‘Öyleyse caiz değildir’ diyor. Ertesi gün gazetelerde ‘Bu kadar yolsuzluğa ses çıkarmayan Diyanet lades haramdır. Din İşleri Yüksek Kurulu toplandı, fetva verdi’ diye. Diyanet İşleri Başkanlığı istihza edilecek bir kurum değildir. Bu sadece bir kurumu yıpratmış olmuyor.
“Hiç kimse endişe etmesin, vatandaşımızın hiçbir sorusunu cevapsız bırakmayız…”
Komisyonlar oluşturduk. Bugüne kadar vermiş olduğumuz bütün cevapları tekrar gözden geçirdik. Hiç kimsenin endişesi olmasın, biz her halükarda vatandaşımızın bu sorularını cevapsız bırakmayız. Ancak istismarı nasıl önleriz? Bunun üstünde çalışıyoruz. Fetva dediğimiz şey tamamen şahsidir. Bunu şahsi planda tutalım. Mümkün olduğu kadar yüz yüze görüşelim. Vatandaşlarımız Müftülüklere gitsinler, mutlaka Müftülerimizle bizzat konuşarak onların o duygularını da alsınlar. Gelen sorulara derhal cevap vermek yerine yazılı olarak soruyu alıp önce bir hükmün yazılması, sonra bir üstününün onu görmesi, belki doğrudan Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeleri’nden bir tanesinin imzasına açılması gibi büyük bir prosedür getiriyoruz. Yasalar bize toplumu din konusunda bilgilendirme görevi veriyor. Biz bu görevimizden kaçmayız.
“Diyanet üzerinden kimse İslam dinine dil uzatmaya kalkışmasın…”
Dünyamız zor süreçten geçiyor, hepimiz zor süreçten geçiyoruz. Lütfen toplumda bölünmelere, kutuplaşmalara asla meydan vermeyelim. Kalbimizi, gönlümüzü birbirimize açarak, böyle yalan yanlış haberler üzerinden birbirimizi yıpratmayalım. Kurumlara karşı itibar suikastına girişmeyelim. Diyanet, Türkiye’ye ve İslam coğrafyasına ilerde daha çok lazım olacak. Onun için bu müesseseyi yıpratmayalım. Biz Ruhban sınıfı değiliz, her türlü eleştiriye açığız. Bizi eleştirin ama eleştiri hakaret yetkisini vermemeli, istihzaya kimse tevessül etmemeli. Hele hele Diyanet üzerinden İslam Dini’ne kimse dil uzatmaya kalkışmamalı.
Anahtar Kelimeler
YORUMLAR
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter
kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Ayrıca suç teşkil edecek hakaret içerikli yorumlar
hakkında muhatapları tarafından dava açılabilmektedir.
Henüz yorum yapılmamış ilk yorum yapan siz olun...
2