Üst Header Banner Reklam
15 Temmuz İçin Para Topladın, Nerede Bu Para?
BMC firmasının yüzde 49’u Katarlılara ait, yönetim kurulunda yarıdan fazla Katarlılar var. Bedava veriyorsunuz. Ben bu soruyu soruyorum, cevap yok, tık yok.
22.10.2019 22:43:38
Bu haber 671 kez okundu
15 Temmuz İçin Para Topladın, Nerede Bu Para?

15 Temmuz İçin Para Topladın, Nerede Bu Para?

BMC firmasının yüzde 49’u Katarlılara ait, yönetim kurulunda yarıdan fazla Katarlılar var. Bedava veriyorsunuz. Ben bu soruyu soruyorum, cevap yok, tık yok.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:

Teşekkür ederim. Değerli arkadaşlarım, Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan bizi izleyen bütün yurttaşlarıma, Türkiye’deki bütün yurttaşlarıma en içten selamlarımı, saygılarımı ve muhabbetlerimi gönderiyorum.

O kadar çok konumuz var ki; her salı günü mutlaka şundan söz et, mutlaka şu konuya gir, şunu mutlaka anlatmalısın diye toplumun her kesiminden talepler geliyor. Bunların tamamını karşılamak mümkün değil, ama şunu bütün vatandaşlarım bilsinler: Nerede bir dert varsa, nerede bir sorun varsa emin olun ya ben, ya arkadaşlarım mutlaka yanınızdayız. Bir Cumhuriyet Halk Partili mutlaka yanınızdadır. Çünkü sizin derdiniz bizim derdimizdir. Böyle yürüyoruz zaten, eğer siyaseti saygın kılacaksak, siyaset gerçekten de toplum nezdinde kabul edilecekse var olan sorunlara çözüm üretmektir. Gideceğiz, konuşacağız, dinleyeceğiz, sorunlara sağlıklı, tutarlı ve toplumun kabul ettiği çözümleri üreteceğiz. Bu bizim görevimizdir, siyaseti zaten bunun için yapıyoruz. Birileri siyaseti köşeyi dönmek için yapıyor, biz siyaseti halka hizmet etmek için yapıyoruz.

Tabii herkesin hakkını teslim etmemiz lazım, hak arayanların, adalet arayanların, hukuk arayanların haklarını da teslim etmemiz gerekiyor. Bundan 5 yıl önce Soma’da büyük bir facia yaşandı, 301 vatandaşımız, 301 işçimiz yerin binlerce metre altında hayatlarını kaybettiler. Dünyanın ikinci büyük faciası, ikinci büyük, daha önce Hindistan’da olan böyle benzer bir faciada 375 kişi hayatını kaybederken Soma’da yaşadığımız faciada 301 kişi hayatını kaybetti. O dönem bütün Türkiye kucaklaştı, sorunu çözmeye, o insanların dertlerine çözüm üretmeye çalıştı. Toplumun her kesiminden yardımlar yapıldı, yaralar sarılmaya çalışıldı, ama bunların bir kısmı bir süre sonra unutuldu. Aradan 5 yıl geçmesine karşı hak arayan işçiler var. Bize söz verdiler diyorlar, söz verdiler, 5 yıl geçti, 5. yılın sonunda zamanaşımına uğrayacak, hak talebinde bulunamayacağız. O zaman bir çare kalıyor, yürüyelim ve yürüyorlar ve işçiler yürüyorlar. Aradan geçen 18 güne karşı kimse bunlarla çok fazla ilgilenmedi. Dolayısıyla bizim işçilerin hakkına sahip çıkmamız lazım, işçilerin hukukuna sahip çıkmamız lazım. 18 gündür bekliyorlar bir yerde yağmurun altında, karın altında, çamurun içinde bekliyorlar, hak arıyorlar, haklarını istiyorlar. “Hak verin bize, hakkımızı teslim edin” diyorlar, ama şu ana kadar onların hakları teslim edilmedi. Birisi şöyle söylüyor: “Biz Ankara’ya yürümeye meraklı değiliz, kimseden sadaka istemiyoruz, sadece hakkımızı istiyoruz. Tazminatlarımız tamamen ödenene kadar buradan kalkmayacağız” diyor ve oturuyorlar. “Defalarca söz verdiler bize, yine söz veriyorlar. Biz kararlıyız, söz değil, hakkımızı istiyoruz” diyorlar. Somalı işçi kardeşlerin hakları teslim edilinceye kadar onların hakkını ve hukukunu biz savunacağız ve onların yanında olacağız. Buradan Somalı işçilere en içten selamlarımızı, sevgilerimizi ve saygılarımızı gönderiyoruz.

Şehitlerimiz geliyor, hepimizin en duyarlı olduğu alan, hangi görüşten, hangi inançtan olursak olalım, hangi yaşam tarzını benimsemiş olursak olalım bir şehit geldiği zaman hepimiz şu veya bu şekilde oturup bir vicdanımızın sesini dinleyelim, şehitler hepimizin onurudur ve şehitlere saygı duymak hepimizin görevidir. İnancımız da bunu emreder, siyasi duruşumuz da bunu emreder, dolayısıyla şehitler hepimizin ortak acıları, ortak onurlarıdır. Şehitlerimizin hakkını ve hukukunu her zaman, her ortamda savundum, her zaman, her ortamda. 15 Temmuz darbe girişimine karşı da mücadele eden şehitlerimiz vardı, gazilerimiz vardı. 251 şehidimiz, 2 bin 194 gazimiz vardı. Kampanyalar açıldı, yardımlar toplandı. Kanun Hükmünde Kararnamelerle vakıflar kuruldu. Sorduk: Bu paralar nereye gitti? 309 milyon lira para toplandı, bir dönemin Bakanı açıkladığı zaman bu rakamı öğrendik. O dönemin parasıyla 100 milyon dolardı. Defalarca sordum, üç haftadır soruyorum, tekrar soruyorum: Bu paralar nereye gitti? 251 şehidimiz var, verseniz herkes abat olacak. Gazilerimiz var, verseniz bir sorun kalmayacak. Bu paralar nerede? Vakıf kurdular, vakfın mal varlığı 10 milyon lira, toplanan para 309 milyon lira, nerede bu paralar, nereye gitti bu paralar? Vakfın adresi yok, grubumuzun basın danışmanı CİMER’e sormuş: “Türkiye Şehit Yakınları ve Gaziler Dayanışma Vakfının adresi nedir, yönetim kurulunda kimler vardır” Bu bilgileri öğrenmek istiyoruz. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bunu İçişleri Bakanlığına göndermiş: “Oradan öğreneceksiniz” diyor. Oysa vakfın kurucuları arasında, daha doğrusu vakfeden Aile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı. Şehitlerimizin hakkını savunmak bir insanlık görevidir. Şehitlerimizin hakkını, gazilerin hakkını son kuruşuna kadar soracağım. Bu benim namus borcumdur, sizin de namus borcunuzdur, ta ki o paraların ne olduğunu açıklayıncaya kadar. 15 Temmuz’u bayram kabul ederler, 15 Temmuz üzerine güzel laflar ederler, 15 Temmuz demokrasi derler, 15 Temmuz insan hakları derler, 15 Temmuz için para topladın, nerede bu para? Cevap yok. Nerede bu para? Bu soruyu sorma. Niye sormayayım, hangi gerekçeyle sormayacağım? Şehidin hakkını, hukukunu savunmayacağım, gazinin hakkını, hukukunu savunmayacağım da kimin hakkını hukukunu savunacağım, para yiyenlerin mi? Para yiyenlere mi arka çıkacağım? Nerede bu paralar, kim aldı bu paraları, nereye harcadınız bu paraları? Benim öğrenmeye hakkım var, tüyü bitmemiş yetimin de hakkı var. Ben o hakkı hukuku sonuna kadar savunacağım.

Değerli arkadaşlarım, tank palet için de aynı soruları sordum. Nerede, nasıl yaptınız? İhale yaptık. İhaleyi hangi gazetede ilan ettiniz, hangi gazetede yer aldı bu ilan, niye ben görmüyorum, niye söylemiyorsunuz, neden verdiniz koskoca tank palet fabrikasını ihalesiz bir firmaya? BMC firmasının yüzde 49’u Katarlılara ait, yönetim kurulunda yarıdan fazla Katarlılar var. Bedava veriyorsunuz. Ben bu soruyu soruyorum, cevap yok, tık yok. Niçin cevap vermiyorlar, hangi gerekçeyle cevap vermiyorlar? Ordumuzu görüyorsunuz, destanlar yazıyor, ama Sakarya’daki tank palet fabrikası Katarlıların emrinde ve elinde, hangi gerekçeyle neden verdiler, ben bunu soracağım, tüyü bitmemiş yetimin hakkını savunmak için soracağım. Ben bunu sormak zorundayım arkadaşlar, zorundayım. Eğer biz Cumhuriyet Halk Partiliysek, eğer biz memleketimizi, bayrağımızı, vatanımızı savunuyor ve saygı duyuyorsak bu soruları sormak ve cevabını da almak zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, geçen hafta parlamentoda “Adalet Reformu” adı altında gelen yasanın 1. bölümü görüşüldü ve kabul edildi. Adalet konusunda hepimizin duyarlılığı var, hangi görüşten olursak olalım vicdan sahibi olan herkes adaleti yüreğinin bir köşesinde tutar, adaletsizliğe de karşı çıkar. Devletin dini adalettir. Adalet üzerine insanoğlu düşüncelerini ifade eder. Adalet üzerine de dünya düzeni kurulmuştur. Herkesin bir görevi, herkesin bir hakkı, herkesin bir hukuku vardır. Canlı olan her şeyin, doğanın da bir hakkı, hukuku vardır, ağacın da, kurdun da, kuşun da hakkı ve hukuku vardır. Onu koruyacak olanlar da bizleriz, yani insanlar. Dolayısıyla adalet konusunda gelen düzenleme kabul edildi, ama bu Türkiye’ye adalet geldi anlamında değil, adalet hâlâ yok. Adaleti mumla arıyoruz. Adaleti buluncaya kadar da bizim mücadelemiz devam edecek. Adalet bu ülkeye gelinceye kadar birlikte mücadelemizi sürdüreceğiz.

Sözde adalet geldi, adalet paketi kabul edildi, hâlâ şafak baskınları yapılıyor. Sabahın köründe, sabahın 06.00’sında, 05.00’inde, 04.00’ünde insanların evi basılır mı, niye basıyorsun kardeşim? Telefon edersin, gelir. Kaçmıyor ki zaten, evinde oturuyor. Şafak baskını yapıyorsunuz, tutukluyorsunuz, gözaltına alıyorsunuz. Bunun adı işkencedir. Adalet böyle bir şey değildir. Savcı soruşturma açabilir mi? Açabilir tabii, açarsınız telefonu, saati verirsiniz, şu saatte gel kardeşim, ifadeni alacağız. Gelmezse tamam, gereğini yap. Geliyorsa kardeşim, neden şafak baskını? Ailelerinin önünde, küçücük yavruların önünde, çocukların önünde bir babanın tutuklanması, ters kelepçe takılması ve öyle götürülmesi hangi adalette vardır, hangi vicdanda vardır bunun yeri? O çocukların babalarına ters kelepçe takılmasını görmeleri doğru mudur, ahlâki midir, adalet midir acaba bunun adı? Biz buna isyan ediyoruz değerli arkadaşlar.

Hâlâ yasaklar var, bakın, örnek vereyim: Demokrasi İçin Birlik Platformu bir toplantı yapmak istiyor. Panel yani, oturacaklar bir toplantı yapacaklar, “yasak, yapamazsınız” diyorlar. Niçin? Yasak. Hrant Dink Vakfı Kayseri’de bir toplantı yapmak istiyor, Kayseri Valililiği yasaklıyor, “yasak, yapamazsınız.” Peki, Kayseri’de yasakladın, bari İstanbul’da Şişli’de yapalım. Şişli Kaymakamı, “hayır, yasak, toplantı yapamazsınız” diyor. Hani toplantı, gösteri özgürlüğü vardı? Anayasada var. Birisine yönelik bir şiddet var mı? Hayır, yok. Oturacaklar, düşüncelerini açıklayacaklar. Demokrasi, demokrasi diyoruz, düşünce açıklamak da suç oldu bu memlekette, hangi adalet, hangi reformdan bahsediyoruz biz? Yargı bağımsızlığı olmadan bir ülkeye adalet gelmez. Hâkimin vicdanı olmadan bir ülkeye adalet gelmez. Hâkim talimatı saraydan alırsa, o ülkeye adalet gelmez. Bunu artık herkesin bilmesi lazım, kanun falan bunların hepsi hikâyedir. Önemli olan hâkimin vicdanıdır, önemli olan hukukun üstünlüğüdür, önemli olan insan haklarıdır. Eğer sen buna dayanarak karar veriyorsan, hukuku ve adaleti sağlıyorsan başımın üstünde yerin var, ama talimatla karar veriyorsan o ülkeye adalet gelmez değerli arkadaşlarım.

Bir yılda 26 bin 115 kişiye cumhurbaşkanına hakaretten soruşturma açıldı, 4 bin 887 kişiye de dava açıldı. Cumhurbaşkanı tarafsız mı? Hayır. Cumhurbaşkanı diyoruz, niye cumhurbaşkanı, hangi gerekçeyle cumhurbaşkanı diyoruz? Adalet ve Kalkınma Partisinin, Ak Partinin Genel Başkanı; Ak Partinin Genel Başkanını ben eleştirmeyecek miyim, yanlış yapıyorsun demeyecek miyim? Eleştirirsen hayır efendim, eleştiremezsin. Niçin? Cumhurbaşkanı. O zaman tarafsız olsun, tarafsız kalsın. Yemin içti, namusu ve şerefi üzerine yemin içti, tarafsız davranacağım dedi. Tarafsız davranacaksan başımın üstünde yerin var, ama bir partinin genel başkanıysan eleştiriyi hak ediyorsun. Beni de eleştiriyorlar, diğer siyasi partilerin genel başkanları da eleştirilir, en sert şekilde eleştirilir hakarete varmama koşuluyla, biz bunları kabul ederiz. Sonuçta vatandaş düşüncesini beğensek de beğenmesek de bir şekliyle açıklamak zorundadır.

Değerli arkadaşlarım, Kanun Hükmünde Kararnamelerle 125 bin 687 kişi ihraç edildi, devletten ihraç edildi. Arkasından FETÖ Borsası kuruldu. Parası olanlar, iyi mevkilerde siyasi akrabası olanlar, dayısı olanlar, damadı olanlar, kayınpederi olanlar dışarıya; garibanlar içeride kalabilir. Söyledim, 125 bin kişi hakkında ihraç kararı verildi, ama 152 bin 399 kişinin de gizli soruşturması şimdilik devam ediyor. Paran varsa hiç korkmayacaksın, öğleden sonra Pennsylvania’ya gidip gelebilirsin, FETÖ’nün Başkanıyla konuşabilirsin, paran varsa hiçbir şey olmaz, kimse sana dokunmaz. Paran yoksa doğru içeri, Bank Asya’nın önünden mi geçtin, yakalar içeri atarlar. Gariban… Bank Asya’ya götürüp para yatırıp her türlü desteği mi verdin? Paran varsa hiç korkma arkadaş, memleketteki adalet budur. Parana göre, gücüne göre, siyasi akrabana göre adalet dağıtılıyor. Bu en büyük adaletsizliktir. Adalet reformu yapıyoruz diyorlar, hangi reformdan söz ediyorsunuz?

Değerli arkadaşlar, Eren Erdem’den söz ettik. Kardeşi de aramızda, 480 gündür içeride arkadaşlar, 480 gün. Neymiş? FETÖ’yü destekliyormuş. FETÖ’yü eleştiren kitap yazdı, nasıl destekleyecek? Akıl var, mantık var. Kendisini ihbar edene daha az ceza, ihbar eden, suçunu da itiraf etti yanlış yaptım diye, ona daha az ceza, hiçbir suçu günahı olmayan Eren Erdem 480 gündür hapiste, Osman Kavala 720 gündür hapiste. Değerli arkadaşlarım, dolayısıyla bugün baktığınızda hapiste olanlar avukatlar var, aydınlar var, yazarlar var, askeri öğrenciler var, garibanlar var; bütün bunların hepsi hapiste, durumu iyi olan, parası olan sarayın avukatlarını tutanlarsa dışarıdalar. Hatta onlar hakkında savcı soruşturma dahi açamıyor, açmıyor da zaten, açamaz da zaten, çünkü açarsa yerinden olacak. Buradan Hâkimler Savcılar Kuruluna da seslenmek isterim: Erdoğan’ın avukatları ne zamandan beri Hâkimler Savcılar Kurulunu etkilemeye başladı, ne zamandan beri hâkim tayin etmeye başladı, ne zamandan beri savcı tayin etmeye başladı? Siz rahatsız olmuyor musunuz acaba o koltuklarda otururken? Ben rahatsız oluyorum, vicdanen rahatsız oluyorum, ama siz hangi gerekçeyle rahatsız olmuyorsunuz, onların taleplerini derhal yerine getiriyorsunuz sarayın talebi gibi.

Değerli arkadaşlarım, sabahın köründe evler basıldı dedim. Adaletin önemli kurallarından birisi de; demokrasilerde seçimdir, milletin iradesidir, milletin iradesine saygı duymaktır. Vatandaş gider, adayını seçer, eğer kazanırsa gelir, koltuğuna oturur. Mazbatasını alır, koltuğuna oturur. Diyarbakır, Van ve Mardin Belediye Başkanları koltuklarına oturdular, bir süre sonra görevlerinden alındılar. Niçin? Yerlerine kayyum atandı. Belediye Meclisinin yeniden belediye başkanı adayını seçmesine izin vermediler, merkezden kayyum atandı. O zaman bu seçimi niye yaptınız? Bu adaylar, yani bu belediye başkanları gittiler savcılıktan iyi hal kâğıdı aldılar herhangi bir şey yoktur diye, Yüksek Seçim Kurulu bunlar girebilir seçime diye karar verdi. Gittiler vatandaşa, vatandaş da bunları seçti. Şimdi neden açığa alıyorsunuz? Efendim, bunlar suçlular. Niye suçüstü yapmıyorsun? Eğer suçlularsa senin istihbarat örgütün var, polislerin var, askerin var, suçüstü yap, terör örgütüne destek veriyorsa anında yakala kardeşim, kimse de sana bir şey diyemez. Bu yetmedi, şimdi Kayapınar, Kocaköy, Bismil ve Erciş Belediye Başkanları da açığa alındı ve yerlerine kayyum atandı. Demokrasiye aykırıdır değerli arkadaşlar, hangi partiden olursa olsun. Biz daha önce Ankara Büyükşehir, Balıkesir Büyükşehir, Bursa Büyükşehir görevden alındığında da aynı tepkiyi göstermiştik. Çünkü bizim çizgimiz doğru çizgidir, adalet çizgisidir, demokrasi çizgisidir. Demokrasi sadece bizim için değil, herkes için geçerli bir kural olmak zorundadır. Milletin iradesine, verdiği oya herkesin saygı göstermesi lazım. Adaletin bu kadar bozulduğu bir yerde ekonomi dikiş tutmaz arkadaşlar. Adalet yoksa can ve mal güvenliği yoktur, hiç kimsenin can ve mal güvenliği yoktur. Türkiye Cumhuriyeti Devletinde, herkesin mal varlığına hemen el konulabilir. Herkesin evi hemen basılabilir, hemen gözaltına alınabilir, dosyasına gizli kararı konulur. Avukatınız bile sizin hangi gerekçeyle gözaltına alındığınızı öğrenemez, bilemez dosya gizlidir diye, aylarca, bazen yıllarca hapiste kalırsınız, sonra derler ki: “Pardon, kusura bakma, seni yanlışlıkla içeri almışız” Bu mudur adalet? Bu milletin bir vicdanı yok mudur, ben bunları dile getirmeyecek miyim? Adaletse, adaletin güçlü olması lazım, herkes için olması lazım adaletin, o zaman göreceksiniz ekonomi de kendi rayında gider. İşadamı da önünü görür; tutuklanmayacağım, gözaltına alınmayacağım der, can ve mal güvenliğim var, yatırım yapacağım der. Yabancı sermaye gelir, o da yatırım yapar, ama bunların hiçbirisi yok değerli arkadaşlarım.

Saray sosyetesi biliyorsunuz meşhur bir sosyetedir. Bizim 21. Yüzyılın en önemli sosyetelerinden birisidir. Sosyetenin başındaki kişi diyor ki; “her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok”, Erdoğan söylüyor, “her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok.” Doğrudur, ama saray için doğrudur bu, saraydakilerin bir eli yağda, bir eli balda zaten, Lale Devrini yaşıyorlar. Onlar için iş falan değil, onlar için geçerli olan ihaledir. Devletten ihaleyi alacaksın, köşeyi döneceksin. Onun için gideceğim iş arayacağım, falan fabrikaya gideceğim, falan belediyeye başvuracağım, KPSS sınavına gireceğim, alacaklar beni, hayır, ona da gerek yok. Bir şey mi olacaksınız, devlette mi çalışmak istiyorsunuz, hemen derhal sizi özel bir yerden alırlar, başlatırlar, en kısa sürede bir bakarsınız ki devletin en önemli noktasına gelmişsiniz bir hafta, 10 günde, 15 günde, 20 günde. Bunların hepsi saray için geçerlidir. Peki, gariban vatandaşın çocuğu ne olacak? Bu anneler-babalar çocuklarını üniversiteye gönderirken boğazlarından kesmiyorlar mı? Bu çocuklar okusun, üniversiteyi bitirsin, iş bulsunlar demiyorlar mı? “Her üniversiteyi bitiren iş bulacak diye bir şey yok” diyorsun, kendi çocukların için geçerli, saray için geçerli, sana destek verenler için geçerli, ama bu fakir millet için geçerli değil, fakir fukara için geçerli değil.

Bunların kanundan da haberleri yok, Anayasadan da haberleri yok. Hangi görevi yaptıklarından da haberleri yok bunların. Bakın, Anayasa madde “çalışma hakkı ve ödevi” diyor, devletin görevini sayıyor: “Devlet çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır” diyor. Bu tedbirler alınıyor mu? Hayır, hiçbirisi alınmıyor. Çünkü işsizlik emin olun ağır bir fatura olarak 82 milyonun önünde duruyor. Saraydakilerin hiçbirisi işsizlik çekmiyor, hepsinin keyfi yerinde, işsizliğin ne olduğunu biliyorlar mı acaba? Bir annenin, bir babanın, bir çocuğun işsiz olması halinde evdeki, mutfaktaki yangından haberi var mıdır acaba saray sosyetesinin? Hangi şartlarda bu aileler geçiniyor, haberleri var mıdır? Geçen sene 100 liraya dolan filenin bu sene 50 liraya dolmadığını saray sosyetesi biliyor mu? Bu millet artık eti gramla alıyor, et tüketimi düştü, acaba saray sosyetesi bunu biliyor mu? Milletin çektiği acıyı biliyor mu?

Bakın değerli arkadaşlar, üç gençten birisi işsiz, işsiz sayısı geniş tanımı itibariyle 8 milyonu aştı. 8 milyonu aşan işsiz var. Bunlara kim iş verecek, nerede bu sosyal devlet? Sosyal devlet yok, saray devleti var. Sosyal devlet, fakirle fukarayla ilgilenen devlettir. Sosyal devlet, gelir dağılımını dengeleyen devlet demektir. Sosyal devlet, istihdam alanı yaratan devlet demektir. Sosyal devlet, işsiz işinden olduğu zaman işsizlik sigortasından düzenli aylık veren devlet demektir. Sosyal devlet budur. Sosyal devlet bitti, saray devleti var ve dolayısıyla hepimiz bunun üzerinde duracağız. Çalışanların da, iş sahibi olanların da yüzde 36’sı kayıt dışı, yani sosyal güvenliği yok, yani sigortalı değiller, bununla mücadele var mı? Hayır, bununla da mücadele yok.

Değerli arkadaşlarım, sosyete damat var malum biliyorsunuz, damat TRT’ye çıkmış anlatıyor, şimdi kurduğu cümle şu: “Hane başına düşen gelir üç kat arttı.” Millet işsizlikten bunalmış vaziyette, “hane başına düşen gelir üç kat arttı” diyor, Allah akıl fikir versin! İşsizlik miktarı, işsiz sayısı 8 milyonu aştı, intihar eden sanayiciler var, kepenk kapatan esnaf var, borç batağında olan çiftçi var, kendini yakan işsiz var. Millet 5 kuruşa ihtiyaç hissediyor, 5 kuruşu istiyor, nereden parayı kazanırım diyor, 5 kuruşa muhtaç hale geldi, “hane başına düşen gelir üç kat arttı” diyor. Sarayınki çok artmıştır, ben bunu biliyorum. Sarayda katların hiçbir hesabı yok zaten, para her taraftan fışkırıyor zaten, ama fakir fukaranın evinde böyle bir tablo yok.

Değerli arkadaşlarım, bir ülke üretmez ve borçla geçinirse, Trump’ın tweetlerine muhatap olur, üretmez borçla geçinirse… “Seni mahvederim” diyor. Niye diyor? Çünkü borç almadan ayakta duramıyor. Memleketin 82 milyonunu tefeciye teslim ettiler. Defalarca söyledim, bu kadar milyar dolar tefecilere faizler ödendi. O milyar dolarlar tefecilere verilmeyip de fabrika kurulsaydı ne olurdu? On binlerce kişi iş sahibi olacaktı, Türkiye üretecekti, ihracat yapacaktı, kazanacaktı, her alanda söz sahibi olacaktı, hiçbir devlet başkanı da kalkıp Türkiye Cumhuriyeti’ni ekonomisi üzerinden vurmayacaktı ve eleştirmeyecekti, bu kadar açık. Yuları kaptırdılar, tefecilere yuları kaptırdılar. Yuları kaptırırsan, atın nereye gideceğini sen değil, yuları elinde tutan gösterir. Dolayısıyla geldiğimiz nokta da budur arkadaşlar.

Bütün bunlar ortada dururken bunların uğraştığı iki temel şey var biliyorsunuz: “Arabanızda sigara içmeyeceksiniz” diyor. Sana ne kardeşim, araba benim, sigara içerim veya içmem. İçmeyeceksin diyor. Alışveriş yaparken naylon poşet verirlerse para vereceksin ayrıca. Senin derdin başka yok mu arkadaş, başka bir dert yok mu? Milletin mutfağında yangın var, bunların yangına buldukları çözüm bu. Şimdi tutturdular sigara haramdır diye, ya millet o sigarayı içmese senin bütçedeki açık daha da artacak. Ayrıca şunu da söyleyeyim, o beyefendi haramın ne olduğunu bilmez, kul hakkı diyen adamdan haram anlaşılmaz.

Tabii dış politika bizim gündemimizde olan konulardan biridir. Dış politikada hep yanlış yaptıklarını söyledik ve defalarca dedik ki “bu dış politikayı 180 derece çevireceksiniz, bu dış politika Türkiye’ye hayır getirmez. İzlediğiniz dış politika Türkiye’ye hayır getirmiyor zaten”, bunu defalarca ifade ettik. Efendim Suriye'ye demokrasi getirmek için oraya girdik, oraya silah gönderdik. Oraya dünyanın her tarafından topladık, cihatçıları gönderdik, teröristleri gönderdik, Suriye’ye demokrasiyi getirecekler. Allah aşkına şuna bir bakın, Katar’dan silahlar geliyor, Türkiye’ye geliyor, Türkiye’den tırlarla Suriye’ye getiriliyor. Ne diye? Demokrasi diye. Allah aşkına Suudi Arabistan’da demokrasi var mı? Suudi Arabistan’la Türkiye Suriye’ye demokrasiyi getirmek için işbirliği yapıyorlar, silah gönderiyorlar. Asya’dan tutun Avrupa’ya, Amerika’ya kadar ne kadar terörist varsa hepsini topladılar Türkiye üzerinden Suriye’ye gönderdiler. Niçin? Efendim, Suriye’ye demokrasiyi getireceğiz. Ne oldu, Suriye’ye demokrasi mi geldi? Hayır. Öyle bir garip durumla karşılaştık ki, Süleyman Şah Türbesini kendi topraklarımızdan kaçırmak zorunda kaldık. Utanılacak bir olay, ama ar damarı olan utanır, ar damarı olmayan adamın utanması söz konusu değil. Kendi toprağından, kendi vatanından Süleyman Şah Türbesini kaçırıyorsun, bunu da büyük bir başarı olarak kamuoyuna satıyorsun. Ya kendi toprağından kaçan adam ne zamandan beri kahraman oldu, ben onu hâlâ öğrenmiş değilim. Dünyada nerede yazar, onu da öğrenmiş değilim.

40 milyar dolar Suriyelilere para harcadılar. 6,5 milyon Suriyeli var, “40 milyar dolar para harcadık” diyor. Yetmemiş, beyefendi hâlâ diyor ki; “40 milyar dolar harcadık, gerekirse 40 milyar dolar daha harcarız.” Buyur harca, çünkü o ödemiyor ki, saray da ödemiyor! Kim ödeyecek? 82 milyon vatandaş ödeyecek. 82 milyon vatandaşın cebinden kahramanlık edebiyatı yapıyor. Yetmedi mi 40 milyar dolar, yetmedi mi Allah aşkına? Bu milletin çektiği nedir? “40 milyar dolar yetmedi, bir 40 milyar dolar daha harcarım” diyor. Harca bakalım, zaten saray kara delik, ha bire para yutuyor.

Bu arada devletin itibarını da sıfırladılar. Dış politika, bu izlenen dış politika Türkiye Cumhuriyeti Devletinin itibarının sıfırlandığını gösteriyor. Kimsenin dikkate aldığı yok, mütekabiliyet esası diye bir kavram vardır. Yani karşılıklılık… En somut ve en çok konuşulan bir örnek vereyim, diyelim ki Amerika’da bir Rus diplomata ceza kesildiği zaman, trafik cezası kesildiği zaman, fazla değil 15 dakika sonra Rusya’da da bir Amerikan diplomatına aynı ceza kesilir. Sen bana yapıyorsan ben de sana yapıyorum. Neden? Mütekabiliyet vardır. Sen ne yaparsan ben de sana onu yaparım. Doğru mu? Evet doğrudur, mütekabiliyet her tarafta vardır. Buna en güzel örneklerden birisini de bizim kendi tarihimizden vereyim. Rahmetli İnönü Lozan’a gider Lozan Anlaşması dolayısıyla, kalkar sabahleyin toplantının yapılacağı salona girer. Bakar ki kendisine tahsis edilen koltuk diğer koltuklardan daha küçük. Sorar: “Bu koltuk niye küçük, niye farklı?” Derler ki: “Diğer koltuklar gibi bir koltuk bulamadık, siz bu koltuğa oturacaksınız.” İnönü geriye döner. “Efendim, toplantı başlıyor...” “Aynı koltuktan benzer birisini bulduğunuz zaman toplantıya devam ederiz” diyor ve çıkıp gidiyor. Bakın, sadece koltuk üzerinden bu ülkenin kuruluşundaki onuru görüyor musunuz, haysiyeti görüyor musunuz, şerefi görüyor musunuz? Onur, şeref, haysiyet korunması budur, mütekabiliyet de budur. Ben egemen güçlerin önünde küçük bir sandalyeye oturacağım, beni küçümseyecekler, onlar kibir abideleri olacak, ben onların karşısında ezileceğim. İnönü bunu kabul etmiyor, hayır diyor, o koltuğu da değiştirin. Gidiyorlar bir süre sonra değiştiriyorlar, benzer koltuğu getiriyorlar ve İnönü de tamam diyor, müzakerelere başlayabiliriz. Mütekabiliyet budur değerli arkadaşlar.

Şimdi 16’sında gazeteciler Erdoğan’a soru soruyorlar: “Amerika’dan heyet geldi, onlarla görüşecek misiniz?” Erdoğan cevap veriyor: “Ben dimdik ayaktayım.” Kimse ayakta mısın, oturuyor musun sormuyor, ama içinden gelen şey, çünkü biliyor başına nelerin geleceğini, “ben dimdik ayaktayım, ben onlarla görüşmeyeceğim, onlar karşıtlarıyla görüşecek. Ben Trump geldiği zaman konuşurum” diyor. Doğru mu? Evet doğru, mütekabiliyet, evet doğru. Onun karşıtlığı kim? Trump, geldiği zaman oturup Trump’la konuşabilir. Ama bir süre sonra, aynı gün Fahrettin Altun, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun Erdoğan adına açıklama yapıyor, “görüşecek” diyor. Aynı şekilde Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Cumhurbaşkanı yarın ABD Başkan Yardımcısını kabul edecek” diyor. 180 derece değişiyor. Niye kardeşim? Baştan söylediğin doğru muydu? Doğruydu. Gelen Başkan Yardımcısı mevkidaşın mı? Hayır, mevkidaşın değil. Kimlerle görüşür, onun mevkidaşı kim? Fuat Oktay, o da Cumhurbaşkanı Yardımcısı, oturur konuşurlar.

Daha acı olanıysa şu fotoğraftır. Bakınız, Cumhurbaşkanlığı Forsu önünde ikisi eşit pozisyonda oturuyorlar. Bu Erdoğan'ı rahatsız etmeyebilir, ama Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir vatandaşı olarak beni rahatsız ediyor. Şimdi Ak Partili kardeşlerime soruyorum: Bu ülkenin sınırları kanla, gözyaşıyla çizildi. Bu ülke Milli Kurtuluş Savaşını veren bir ülkedir. Mütekabiliyet dediğimiz bir kural vardır. Bir başkan yardımcısı başkanla aynı pozisyonda oturuyor. Oturması gereken yer neresi? Fuat Oktay’ın karşısı, ama Erdoğan onu yanına alıyor. Neden? Ezik. Bu beni rahatsız ediyor.

Değerli arkadaşlarım, 180 derece dönüş bununla da sınırlı değil. Erdoğan Azerbaycan dönüşü gazetecilerle konuşurken açıklama yapıyor. Diyorlar ki; “Siz görüşmeler yapacaksınız”, yani “siz Suriye’yle görüşürken oradaki sorunları aşmak için neler yapacaksınız, vesaire” diye sorular soruluyor. Ve şöyle cevap veriyor arabuluculukla ilgili: "ABD gibi bir ülkenin bir terör örgütüyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi bir müttefikimizin arasına girmesini doğrusu ben savaş hukuku bakımından da, siyaset bilimi bakımından asla doğru bulmuyorum" diyor. Yani “Amerika’nın PYD’nin sözcüsü gibi çıkıp bizimle görüşmesini, biz ikimiz görüşürken PYD’nin sözlerinin ya da beklentilerinin Amerika tarafından dillendirilmesini doğru bulmuyorum” diyor. Doğru mu? Doğru, eğriye eğri, doğruya doğru. Bir devlet bir terör örgütünün temsilcisi olarak Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının masasına oturma, evet doğrudur, ama tam tersini yaptı ve masaya oturdu. Erdoğan yine o görüşmede şunları söylüyor: “Bize ateşkes ilan edin diyorlar, bizler asla ilan etmeyeceğiz." Bunu söylüyor ve o toplantılar sırasında Trump’ın meşhur mektubu yayınlanıyor. Hepimizin bildiği Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve hükümetini, zaten hükümet yok da, hükümetini diyelim, bakanlarını aşağılayan, küçük gören kibir dolu mektubu yayınlanıyor, ama burada bir şey daha oluyor, ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonuna bir yasa teklifi geliyor. Orada yasanın yürürlüğe girmesi durumunda en fazla 120 gün içinde ABD Dışişleri Bakanlığının istihbarat servisi ve Hazine Bakanlığıyla birlikte çalışarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve ailesinin eşleri, çocukları, anne-babası ve kardeşleri dahil tahmin edilen mal varlığı, bilinen gelirleri ve yatırımlarına dair rapor hazırlanması isteniyor.

Bakın değerli arkadaşlar, “ben Trump’la görüşürüm, heyetle görüşmem” dedi, görüştü. Efendim, Amerika terör örgütünün sözcülüğünü yapamaz gibi cümle kurdu, oturdu masaya ve sürekli terör örgütü olarak tanımladıkları PYD’yle sürekli telefonla bütün görüşmeler aktarıldı. Bu arada sopa gösterildi senin, çocuklarının, ailenin mal varlığını araştıracağız diye. Neyi beklerdik? Şunu beklerdik: Hani Erdoğan çıkıyor ya bazen aslan kesiliyor, çıkıp aslan kesilmesini beklerdik. “Ey Trump, sen benim, ailemin, çocuklarımın mal varlığını mı araştıracaksın? Araştırmazsan namertsin” diyecek ve şunu söyleyecekti: “Araştırmazsan namertsin, verilmeyecek tek kuruş hesabım yoktur. Ben hesap vereceksem Türk Milletine hesap veririm” diyecekti. Bunu söylemedi. Trump ne dedi? Bir mektup değerli arkadaşlarım, bir milleti, bir toplumu aşağılayan bir mektup, aşağılayan bir dille kaleme alınmış. “Sayın Başkan, iyi bir anlaşma için çalışalım. Binlerce kişinin katledilmesinden sorumlu olmak istemiyorsun. Ben de Türkiye’nin ekonomisini mahvetmekten sorumlu olmak istemiyorum ve ederim de” diyor. Hem sopa, hem telkin. “Rahip Bronson konusunda sana bir örnek sunmuştum. Sorunlarının bazılarını çözmek için çok çalıştım” diyor. Bu cümle önemli, sorunlarının, yani Erdoğan’ın sorunlarının çözülmesi için çok çalıştım diyor. “Dünyayı hayal kırklığına uğratma, harika bir anlaşma yapabilirsin. General Mazlum -PKK’lı- seninle müzakere etmek istiyor ve hiç geçmişte vermediği tavizleri vermeye niyetliler. Buna bana gönderdiği bir mektubun bir kopyasını gizli olmak kaydıyla iliştiriyorum” Yani terör örgütünün mektubunu da kendi mektubuna iliştiriyor. “Bu doğru ve insani bir yolla yapabilirsen tarih senden yana olacaktır. Eğer bir şeyler olmazsa seni sonsuza dek şeytan olarak göreceğim. Sert bir adam olma, aptal olma, seni daha sonra arayacağım” diyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde böyle bir mektup gelmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde bizi bu kadar aşağılayan bir mektup gelmemiştir. Johnson’ın mektubunu hatırlıyorsunuz, değil mi? İnönü’nün verdiği cevabı da hatırlıyorsunuz: “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini alır” diyor. İşte İnönü budur.

Değerli arkadaşlarım, Allah aşkına söyler misiniz, bu mektubu nasıl hazmettiler, nasıl içlerine sindirirler? ABD'nin elinde hangi kozlar var ki bunu yalayıp yuttular, hangi kozlar var? Mal varlığıyla mı ilgili, başka bir şey mi, nedir Allah aşkına? Değerli arkadaşlarım, Trump Erdoğan’a: “Sorunlarını çözmek için çok uğraştım” diyor. Hangi sorunlar, hangi sorunları çözmek için, özel sorunları mı, ailevi sorunları mı, finansal sorunları mı, hangi sorunlarını çözmek için Trump uğraşır? Açıkça tehdit ediyor. Bu mektup ortaya çıktı, bekledik herkes tepki gösterecek. Bütün partiler tepki gösterdi, sadece Ak Partide tık yok. Bekliyorlar Erdoğan ne diyecek diye, çünkü kimse içine sindiremiyor bu mektubu ve Erdoğan 18’inde açıklama yapıyor: “Başkan Trump’ın siyasi ve diplomatik nezaketle bağdaşmayan bir mektubu medyada yer aldı…” İnkar edemiyor çünkü, bizde değil, Amerikan medyasında yer aldı. “Elbette bizler bunu unutmadık…” Zaten unutulacak gibi değil, neyini unutacaksın? “Unutmamız doğru değil, ama bizim karşılıklı olan sevgi-saygımız da bunları sürekli gündemde tutmaya müsaade etmiyor…” Hangi sevgi, hangi saygı Allah aşkına, nasıl yediniz, nasıl yuttunuz bunu? Adamda mide olur, nasıl kaldırdınız siz bunu? Devam ediyor: “Bu konuyu bugünkü meselemiz ve önceliğimiz olarak da görmüyoruz…” Göremezsin zaten, gebesin çünkü, mal varlığınla gebesin. “Vakti saati geldiğinde bu konuyla ilgili olarak gerekenin yapılacağının da bilinmesini istiyorum…” Bekliyoruz, vakti ve saati ne zaman gelecek? O mektup bütün dünya arşivlerine girdi, bütün ülkelerin arşivlerine girdi. Yenilecek yutulacak bir mektup değil ve bu mektup dünya siyaset tarihinde de, kitaplarında da, üniversitede kitaplarda da pek çok yer alacak, bunu göreceğiz.

Mike Pence açıklama yapıyor saraydaki görüşmeden sonra: “Bugün ateşkes olmasaydı çok büyük yaptırımlar gelecekti. Anlaşmanın içerisinde ateşkesin uygulanması sayesinde ABD’nin artık Türkiye’ye başka yaptırım yapmayacağı koşulu var. Ayrıca kalıcı ateşkes olduktan sonra şu an uygulanan ekonomik yaptırımlar da geri çekilecek” diyor.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde böyle bir teslimiyet asla olmamıştır, asla. Kıbrıs’a bakın, onurlu duruşa bakın, Amerika’ya meydan okumaya bakın, ambargoya karşı durmaya bakın, bütün bunların tamamı bitti arkadaşlar, hangi bağımsız Türkiye’den söz ediyoruz? Din, imandan bahsediyorlar, ahlâktan bahsediyorlar. Hangi din, iman bunu kabul eder Allah aşkına, söyler misiniz, hangi ahlâk kabul eder bunu? Aşağılanan bir toplum var, aşağılanan bir ülke var, aşağılanan insanlar var. Nasıl içlerine sindiriyorlar bunu, ben anlamakta zorlanıyorum. Hangi ahlâk ya, hangi ahlâk? Emin olun anlamakta zorlanıyorum.

4 Temmuz 2003’te -bu yeni de değil, belki tarihi unutmuştur vatandaşlar- Süleymaniye’de bizim askerin başına çuval geçirdiler, askerlerin başına çuval geçirdiler. 11 askerimizin başına çuval geçirdiler, arkadan ters kelepçe yaptılar ve götürdüler. Normalde tepki gösterilmesi lazım değil mi? Benim askerime, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin askerine, Irak’ta olan askeri gideceksiniz basacaksınız, ellerine arkadan ters kelepçe vuracaksınız, sonra başına çuval geçirip alıp başka yere götüreceksiniz. Gazetelerde yer aldı, bunu da gizlediler, ama o dönem medya özgürdü ve yazdı, belgeleriyle ortaya koydu. Sordular Erdoğan’a: “Nota verecek misin?” Yani Amerika’ya en azından yanlış yapıyorsun kardeşim diyecek misin? Erdoğan’ın verdiği cevap, 8 Temmuz 2003 grup toplantısında konuşuyor: “Öyle kalkıp nota verecek misiniz, ne notası veriyorsun?” , onu söyledim, müzik notası. “Olayı teşhis edeceksin”… ­Çuval geçirilmiş, hâlâ teşhisten bahsediyor. “Derinliğine teşhis edeceksin…” Arkadan ters kelepçe vuruldu. “Anlayacak, bileceksiniz…” Bir askerin kafasına çuval geçirilecek, arkadan kelepçe vurulacak, hâlâ beyefendi anlayacaksın diyor. “Verilmesi gereken neyse ondan sonra vereceksin…” Hiçbir şey vermedin zaten! “İki tane ortak arasında dargınlık olduğu zaman bu dargınlığı gideririz, ona çalışılır. Ortak yanlış yaptı diye ortaklık bozulmaz” diyor. İşte Türkiye Cumhuriyeti Devletinin itibarı, şerefi böyle ayaklar altına alınır, beni üzen de bu zaten. Nota vermediler, ama Zarrab için iki nota verdiler. Zarrab, hani o bakanlara ayakkabı kutusunda çuvalla götürüp dolar, rüşvet veren adam için iki nota verdiler konuşmasın diye, bir an önce bize verin diye.

Ve değerli arkadaşlarım, Türk Milletinin şerefinden ve haysiyetinden söz ediyoruz. Özellikle Ülkücü kardeşlerime seslenmek isterim. Siz hemen hemen her konuşmanızda Türk Milletinin haysiyetinden, şerefinden, onurundan söz edersiniz. Şu düştüğü, yani MHP’nin düştüğü hali görüyor musunuz, hangi şeref, hangi onur? Türkiye’nin itibarı yerlerde sürünüyor. Olmadık eleştiriler, olmadık hakaretler geliyor ve sizin yöneticileriniz bu hakaretleri yapanlara karşı sessiz duruyor. Milliyetçilik o değil, milliyetçiliği biz yapıyoruz. Devrimcilikse, devrimciliği de biz yapıyoruz. Halkçılık, halkçılığı da biz yapıyoruz. Cumhuriyetçilik, cumhuriyetçiliği de biz yapıyoruz. Demokrasi, demokrasiyi de biz yapıyoruz.

Tepki vermesi gereken kişi ben değilim, tepki vermesi gereken kişi vatandaş da değil, tepki vermesi gereken kişi Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil eden kişidir. Bakınız Anayasa madde 103, Cumhurbaşkanı yemini Anayasa madde 103: “Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma büyük Türk milleti ve tarih üzerinde namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diyor. Büyük Türk milletinin şan ve şerefini korumak, şan ve şeref ayaklar altına alınırken beyefendi konuşmaktan korkuyor. Ülkücü kardeşim, sana sesleniyorum, eğer bu memleketin şanından ve şerefinden yanaysan, onurundan ve haysiyetinden yanaysan ve gerçekten de samimi olarak bu ülkenin milliyetçisiysen bunlara beş para bırakmayacaksın, bunlara söz bırakmayacaksın, bunlara alet olmayacaksın, bunların ipiyle kuyuya inmeyeceksin.

Anayasa 104: “Cumhurbaşkanı Devlet Başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder.” Ben kabul etmiyorum, cumhurbaşkanı evet öyle, ama bu beyefendi cumhurbaşkanı değil, asla cumhurbaşkanı değil. Benim de cumhurbaşkanım değil, bu ülkeyi, vatanını ve bayrağını sevenlerin de cumhurbaşkanı değil. Gider Amerika’ya, onu bilmem, mal varlığı orada, onu da bilmem. Sen çıkıp senin mal varlığı üzerinden tehdit ediliyorsun, mal varlığı üzerinden. Çıkıp desene ya benim mal varlığım açıktır, ben bunu beyan ettim. Dünyanın neresinde bana ve aileme ait 5 kuruş bulursanız ben hesabını veririm diyeceksin. Diyemiyorsun sen bunu, diyemiyorsun! Bu mektup, bizi aşağılayan bu mektup karşısında hâlâ suskunluğunu koruyor.

Şimdi kendisine tarih huzurunda, 82 milyon huzurunda 7 soru soruyorum:

1. Hiçbir şekilde diplomatik teamüllere uymayan ve hakaret dolu ifadeleri içeren bu mektubu bu üslup kabul edilemez diyerek neden iade etmediniz?

2. Okuduğunuzda bu ifadeleri nasıl hazmettiniz? Neden ve hangi korku, endişe ve ruh haliyle bu mektubu kabul ettiniz?

3. Hakaretler içeren mektubu anında iade etmediğiniz gibi, kamuoyundan da gizlediniz. Neden?

4. Bu mektubu Amerikalılar kamuoyuna duyurmasaydı üstünü örtecek, sessiz mi kalacaktınız?

5. Hakaretler içeren mektubun üstünü artık örtemeyeceğinize göre, milletin onurunu nasıl kurtaracak ve bu yakışıksız üsluba Türkiye ve ABD arşivlerine girecek şekilde nasıl cevap vereceksiniz?

6. Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının anayasal görevidir. 82 milyonun huzurunda ettiğiniz yemini hatırlıyor musunuz?

7. Ettiğiniz yeminde bahsi geçen "namus ve şeref" kavramları sizin için ne ifade etmektedir?

Hepinize saygılar sunarım.

Anahtar Kelimeler
YORUMLAR
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Ayrıca suç teşkil edecek hakaret içerikli yorumlar hakkında muhatapları tarafından dava açılabilmektedir.
Henüz yorum yapılmamış ilk yorum yapan siz olun...
2
Sağ 300x250 Reklam
YAZARLAR